Skip to main content

Bugün akıllı şehir dendiğinde göze çarpan örnekler, akıllı şehirlerden beklentiler, bu şehirlerin nasıl bir geleceğe sahip olacağına ve geleceği nasıl değiştireceğine dair öngörüler ütopik tahayyülleri beraberinde getiriyor. Peki, bu vaatler ne kadar gerçekçi?

Şehirlerin, sakinlerinin ihtiyaçlarını karşılayacak, yönetim birimlerinin kolay ulaşılmasını sağlayacak ve belirli makamların, sembollerin ve değerlerin yüceltildiği bir şekilde tasarlanması alışıldık bir durum. Her ne kadar 1800’lü yıllardan itibaren bir disiplin olarak kabul edilmeye başlasa da şehir plancılığının tarihi, Antik Yunan’a hatta daha eskiye dayanıyor. Antik Yunan’da Milet şehrinin, şehrin agorasını yani meydanını merkeze alacak bir ızgara planı dahilinde genişlemesi fikrini sunan ve bu fikri uygulayan Hippodamos, Aristotales’in sayesinde adı bilinen en eski ve dolayısıyla ilk şehir planlamacısı kabul edilirken; Mezopotamya, Antik Mısır ya da Mezoamerika kalıntılarında da -daha eski, daha yeni ve karmaşık veya basit olması fark etmeksizin- şehir planlarına rastlanıyor.

Bloomberg CityLab’de yayımlanan bir makalede Amanda Erickson, şehir plancılığının 20’nci yüzyılın başlarına kadar pek de bir gelişim göstermediğini fakat ilk şehir planlama konferansının 1898’de New York’ta gerçekleştirildiğini aktarıyor. Şehir planlamayı fiziksel tasarım yönüyle mi ele almak gerekli, yoksa fiziksel tasarımdan ziyade şehir sakinlerine kolaylık sağlayacak tasarımlara mı eğilmeli sorusunun gündeme geldiği konferansın odak noktalarının ise çok farklı olduğuna dikkat çekiyor.

Erickson, konferansta bir şehir su sisteminin nasıl çalışması gerektiği, çöplerin şehirden nasıl çıkarılacağı, kanalizasyon sistemlerinin nasıl tasarlanması gerektiği, şehir planlamacılarının hastalıklara karşı nasıl adımlar atabileceği gibi konuların, özellikle de New Yorkluların ulaşım ihtiyacını karşılamak amacıyla kullandığı atların şehrin dört bir yanına bıraktığı pisliğin nasıl temizleneceğinin konuşulduğunu aktarıyor.

Şehir planları da değişiyor

O yıllardan günümüze artan nüfus, gelişen teknoloji, değişen üretim modelleri ve çeşitlenen ihtiyaçlar doğrultusunda değişime uğrayan şehirler, bazıları Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında büyük hasar almakla hatta yerle bir olmakla birlikte farklı ölçeklerde yenileme çalışmalarına maruz kaldı. Kimi şehirlerde katı kurallara ve planlı genişlemeye olanak sağlayan bu çalışmalar, kimi şehirlerde ise kısa süre sonra uygulanmamaya başladı. O günlerde yaklaşım, şehirlerin bir an önce ayağa kaldırılmasını önceliyordu. Bugün ise durum bir hayli farklı. Zira gelişen teknoloji ile birlikte insanların birbirleriyle ve cihazlarla iletişimleri, mekân ile etkileşimleri oldukça değişti. Farklı türde cihazlar birbirleriyle iletişim kurabilecek ve bu iletişim doğrultusunda çeşitli fonksiyonları hayata geçirebilecek yapılara kavuştu. Artık, daha iyi bir yaşam ya da sadece ihtiyaçların karşılandığı şehir yapıları değil, akıllı şehirler konuşuluyor. Avrupa Komisyonu akıllı şehirleri, “geleneksel ağ ve hizmetlerin dijital çözümler ile daha verimli hale getirildiği, sakinlerin ve işletmelerin faydasına kullanıldığı şehirler” olarak tanımlıyor.

İklim krizinin etkilerinin hissedilmeye başladığı, ülkelerin Paris Anlaşması kapsamında karbon salımını azaltma ve sıfırlama hedefleri koyduğu günümüzde sürdürülebilirlik de bu projelerin önemli bir parçası olarak öne çıkıyor.

Avrupa Komisyonu akıllı şehirleri, “geleneksel ağ ve hizmetlerin dijital çözümler ile daha verimli hale getirildiği, sakinlerin ve işletmelerin faydasına kullanıldığı şehirler” olarak tanımlıyor.

Ölçeklendirme problemi

Öte yandan, son dönemin öne çıkan projelerinde sıfırdan bir şehir yaratma yaklaşımı dikkat çekiyor. Bu projelerin genellikle dünya şehirlerinin önemli bir kısmıyla karşılaştırılamayacak kadar küçük ölçekli olduğu, son teknolojiden faydalandığı da yine dikkat çekenler arasında.

Uygulanmış ve halihazırda içerisinde yaşamın sürdüğü Sustainable City bunlardan biri. Dubai’de inşa edilen proje, sakinlerinin tüm ihtiyaçlarını kolaylıkla karşılayabileceği şekilde tasarlanmış. Bu ihtiyaçların giderilmesinde de sürdürülebilirliğe en çok hizmet edecek uygulamalar tercih edilmiş. Ağırlıklı olarak güneş enerjisinden faydalanılan projede, atık suyun tekrar dolaşıma sokularak tarım alanlarından havuzlara pek çok alanda kullanılabilmesi sağlanmış. Tüm paylaşımlarda olumlu bir hava estiren projenin hem kendisinde hem de muadillerinde görülen önemli dezavantajlar bulunuyor: Proje, üst gelir seviyesinde yer alan kişilere hitap ediyor. 2 bin 700 kişinin yaşadığı 500 yerleşim biriminden oluşan projenin ölçeklendirilerek milyonlarca kişiyi barındırması, toplumun farklı kesimlerine hitap etmesi pek mümkün görünmüyor.

Pek çok önemli markanın bu alana yöneldiği de bilinenler arasında. Fakat bu markaların yaklaşımı devletler ile inşaat sektörünün paydaşlarının yaklaşımından farklı. Toyota, bu konu ile ilgili adım atan önemli markalardan ve yaklaşım farkı açıkça görülebiliyor. Marka, Fuji dağı eteklerinde yer alan bir fabrika alanında inşasına başladığı Woven City projesi ile hem akıllı şehir yaşamını test etmeyi hem de mobilite için bir laboratuvar oluşturmayı planlıyor. Güneş, jeotermal ve hidrojen enerjilerinden yararlanılacak olan proje, otonom araçlar, bisikletler gibi kişisel mobilite çözümlerinin yanı sıra yayalar için özel yollara sahip olması ile de dikkat çekiyor. Şehirde yaşam 360 kişi ile başlayacak ve 2 bini aşacak.

Suudi Arabistan menşeli bir proje olan NEOM ise çok daha karmaşık ve büyük ölçekli. Toplam yatırım hacminin 500 milyar doları bulacağı öngörülen proje, bireylerin ve şehirlerin karbon ayak izini azaltma düşüncesinden yola çıkılarak oluşturulmuş. Üç şehirlik projenin en çok dikkat çeken kısmı, 9 milyon kişinin yaşayacağı şekilde düşünülen 200 metre genişliğinde, 500 metre yüksekliğinde ve 170 kilometre uzunluğunda “çizgi şehir” The Line. Sürdürülebilirliğin yine önemli bir rol oynayacağı söylenen projenin -inşa edilebilirse- inşa sürecinde harcanacak enerji ve sonrasında nasıl bir yaşama ev sahipliği yapacağı ise muamma.

neom-the-line

NEOM projesinde yer alan şehirlerden The Line

Ütopya olarak akıllı şehirler

Haziran 2022’de MIT Technology Review’da yayımlanan “The Smart City Is Perpetually Unrealized Utopia” makalesinde Chris Salter, Hollandalı sanatçı Constant’ın (Nieuwenhuys) 1959 yılında paylaştığı New Babylon adlı akıllı şehir fikrinden bahsediyor. Constant’ın günün teknolojisinin gelişkin olduğunu ve geleceğin şehirlerinin bu teknoloji üzerinde yükseleceğini aktardığını belirten Salter, New Babylon’un hiçbir zaman inşa edilmediğine dikkat çekiyor. Makale, akıllı şehir dendiğinde ilk akla gelenin teknoloji ve özellikle veri temelli adımlar olduğunun altını çiziyor; insanların ve insan çeşitliliğinin arka planda kaldığını aktarıyor.

Var olana yatırım

Bahsi geçen ve çoğaltılabilecek pek çok örnek, heyecan verici olsa da eksik. Zira bir şehir tasarlamak, bir yaşayış biçimini kâğıt üzerinde aktarmak kolay. Görece büyük ölçekli konut projelerinin, alışveriş merkezlerinin zamanla atıl hale geldiği, albenilerini yitirdiği bir dünya burası. Fakat akışkanlığı ve teknolojinin devamlığını sağlamak ve sürdürülebilirlik, verimlilik gibi değerleri öncelikli kılmak bir hayli zor. İşte bu noktada belki de yapılması gereken, geleceğin şehirlerini sıfırdan yaratma düşüncesini bir kenara bırakıp bugün elimizde olan şehirlere odaklanmak. 15 dakikalık şehir anlayışının doğduğu Paris, bünyesindeki startup’ları bu vizyona katkıda bulunmaya davet eden Berlin, şehrin dört bir yanından veri toplayarak optimizasyon sağlayan Barselona belki de bize bu yolculukta örnek olabilir.

Not: Bu makale ilk olarak MediaCat dergisinin Temmuz-Ağustos 2023 sayısında yayımlanmıştır.