Profesyonel hayatta tutunmaya çalıştığımız sayılı motivasyonlardan (kariyer, maaş, haklarımız, başarılarımız vb.) biri de elbette ki içinde bulunduğumuz organizasyonların bizlere yansıyan, bizi içine almaya çalışan kültürleridir.
Culture Eats Strategy For Breakfast
Modern yönetimin babası olarak anılan işletme gurusu Peter Drucker’ın sık sık alıntılanan sözünün altını biraz açmak gerekir. Bir şirketin iş modeli, finansal süreçlerden mi yoksa kültüründen mi başlamalıdır? Ortaya konan değer + hedef + sonuç üçlemesinde özellikle Türkiye’de üçlemenin sonundan başlandığı görülür. Girişimcilikte, iş bitiricilikte kıvrak zekası olduğunu bildiğimiz ve hayatta kalmak için sürekli yeniden pozisyonlanan Türk toplumu (değişen rejimler, altüst olan ekonomiler, verilen mücadeleler vb.) konu sürdürülebilirliğe gelince neden yer yer sınıfta kalıyor aslında bunun cevabını arıyoruz. Daha bu sabah TV’de izlediğim Sütaş reklamında yediği kalem börekleri önce Türkiye’de en sonunda 1 milyar nüfuslu Çin’e satmanın planını yapan girişimci yeğen aslında aradığımız cevabı bize veriyor.
Reklamda söylenen ufak ufak başlarız sözü bizim genlerimize öyle bir işlemiş ki hikayenin hep sonunu düşünüp fütursuzca yeni sayfalar açmaya başlıyoruz. Orta ölçekte olgunlaşan şirketlerin değer ve kültür kavramları hastalanınca alınan ağrı kesici gibi sonradan müdahalelerle hayatına giriyor.
Şirket kültürü Happy Hours değildir
Şirket kültürü, şirketin mottosu, organizasyonel yapılanmalardaki yaklaşım biçimleri (agile vb.) çalışanların çalışma ortamlarında maruz kaldıkları görsel taaruz’dan ( duvarlara yazılan mottolar, renkli koltuklar, CEO’ların özlü sözleri) öteye gitmediğinde şirketler ilk gollerini her zaman istihdamdan yerler. Agile (Çevik olarak çevrilen yönetim şekli) olduğunu iddia eden çoğu şirkette o kadar uzun uzadıya bürokrasiler, duvara çarptırılan hiyerarşik hayal kırıklıkları vardır ki aslında içeride ne olduğunu, hayallerin, hayatların ne derece farklı olduğunu kurumsal yoldan hatta kurumsal diye tabir etmediğimiz ajanslardan yolu geçen herkes bilir. Herkesin bildiği ama karşılıklı sustuğu bir konu da diyebiliriz.
Ajans kökenli olan ve kurumsal tarafta vakit geçirmiş bir pazarlama iletişimcisi olduğumu iddia eden benim için en hassas konu belki de samimiyettir. Bir şirketin değerleri üzerine ortaya koyduğu her madde çalışana ne kadar samimi gelirse o derece özümsendiğini düşünüyorum. İnanmadığımız ve ayıp olmasın diye katıldığımız şirket etkinlikleri yukarıdaki senaryolarla birlikte çalışanlara birer afyon olmaktan öte gitmiyor.
Pazarlama nasıl pazarlamacılara bırakılmayacak kadar önemli bir olguysa, şirket kültürü de insan kaynakları departmanlarına bırakılmayacak kadar hayati değer taşır. Ezbere gittiğimiz tüm yollar bizi aynı sokağa çıkarıyorsa, neden inatla aynı motivasyonlara tutunmaya çalışıyoruz bunu bir düşünmek gerek.
İçinde bulunduğumuz ekonomi, kariyer hedeflerimiz bizi inanmadığımız kültürlerle çalışmaya mahkum ediyorsa, o hep ezbere söylediğimiz kendini gerçekleştirmek eylemine ne kadar yaklaşabiliriz?
Kıvrak zekası, girişimciliği ile ünlü Türk’ler özellikle profesyonel hayatlarında risk almaktan, denemekten ve değişime öncülük etmekten ne kadar kaçıyorlarsa o kadar içlerinden konuşmaya devam ediyorlar.
Sonuç; jenerik pazartesi sendromları, değişeceğine inanılmayan yönetimler, bitmek bilmeyen kaçıp gitme isteği.
İdeal diye adlandıracağımız dünyada şirket kültürü uçtan uça operasyonel yaklaşımlarla hayatta kalır. Departmanlar arası motivasyon farklılıkları, sadece çalışanlar üzerine yapılan performans görüşmeleri ve değerlendirmeleri, çok fazla sahneye çıkmasına izin verilmeyen çalışan geri bildirimleri ortaya konan kültürü içten içe eriten bir virüs gibi yayılır. Stratejiler, şirketlerin ciro hedeflerinin üzerine kurulmaya , istihdamdaki dengesizlikler üzerine birkaç kurtarma planı yapmamaya devam ettikçe şirket kültürü ofislerin duvarlarını renklendiren cümlelerden öteye gitmeyecektir. Bugünkü ekonomik koşullarda birer birer yıkılan şirketlerin aslında ilk kayıpları cirodan önce kendi çalışanlarının onlara olan inançları olmuştur. Belki de jenerasyon olarak bizlere en büyük gol toplum olarak sürekli umudumuzu kaybetmiş, bölüm sonu canavarını yenemeyecek olmamıza inanmamız ve Yeşilçam filmlerinin yerlerini entrika dolu dizilere bırakmış bir medya ile haşır neşir olmamızdır.
Tekrarları bile yüksek reyting alan Aşk-ı Memnu’nun neden bu kadar ilgi gördüğünü düşünürsek büyük resimde duygu durumumuzun nerelerde olduğunu saptayabiliriz. Belki de tam en sevdiğimiz entrika dolu dizinin saatinde bir tur daha ‘’Bizim Aile’’ filmini izleyerek bahsi geçen umut, birliktelik ve dirsek dirseğe mücadele ruhunu hatırlayabiliriz.
Tuğçe Çotuk
Pazarlama Stratejisti
Yorumlar