Mart 2008’de başladığımız yayıncılık serüvenimizde bu yıl 10. yaşımıza girmenin mutluluğunu ve gururunu yaşıyoruz. Geride bıraktığımız süreçte dünyadaki teknolojik dönüşümün pek çok önemli kırılımına hep birlikte şahitlik ettik. Gazeteci Serdar Kuzuloğlu, Digital Age’in 10. yaşına özel olarak dijital ekosistemin ülkemizdeki kısa ama dolu dizgin geçmişinin dönüm noktalarını değerlendirdi.
Digital Age’in ilk sayısını masamda bulduğumda bugün hayatta olmayan bir günlük gazetenin web sitesini yönetiyor ve internet ağırlıklı teknoloji haberlerini yazıyordum, kaç gazete gömdü bu dergi, kim bilir?
Nazım Hikmet’in ‘Ben İçeri Düştüğümden Beri’ şiirinde söylediği gibi ‘10 yıl’ dediğin dünya tarihinde mesele bile edilmez mikroskobik bir zaman diliminden ibaret. Ama Türkiye’de yayıncılık adına yabana atılmayacak kadar uzun ve önemli. Dolayısıyla her şeyin başında okuduğunuz bu dergi -benim bile tam olarak kestiremediğim- nice badireyi atlatmış olması açısından kesinlikle takdire şayan. Hakkını baştan teslim edelim.
“10 yıl boyu neler yaşandı acaba?” diye düşünürken kendi anılarımdan yola çıkıp bir kronoloji oluşturayım dedim. Bu –sanıyorum- Türkiye’nin de yayıncılıktaki ve dijital alandaki son 10 yılını da büyük ölçüde kapsayacaktır.
Köşesi kesik, garip bir dergi geldi
Digital Age’in ilk sayısını masamda bulduğumda bugün hayatta olmayan bir günlük gazetenin web sitesini yönetiyor ve internet ağırlıklı teknoloji haberlerini yazıyordum (Kaç gazete gömdü bu dergi, kim bilir? ).
Birinci yaşını bitirdiğinde aynı medya grubunun uzun süre ihmal edilmiş mecralarını dijitale tercüme etme görevini üstlenmiştim.
Digital Age ikinci yaşını bitirirken geleneksel medyanın aslında kendi ‘geleneksel konfor alanını’ kesinlikle terk etmek istemediğini fark edip kendi dijital içerik ajansımı kurdum. Bu çatı altında Türkiye’nin ilk özgün içerik üreten video platformlarından birini hayata geçirdik. YouTube diye bir şey vardı elbet. Ama algısı da içeriği de bugünkü gibi değildi. Bugün garip gelse de ‘YouTube’dan para kazanmak’ diye bir şey yoktu mesela (biz ‘kazanırız’ sanmıştık).
Facebook’un daha yeni yeni palazlandığı (ve o dönem Türkiye’de çok popüler olan FriendFeed adlı sosyal ağı satın alıp, en büyük özelliği olan ‘like’ tuşunu kopyaladığı) yıllar. Twitter diye bir site yeni yeni duyuluyor ama tam olarak ne olduğu henüz muamma. ‘140 karakter’ diye başlayan bir tespit yapmayanı dövüyorlar. Hilal Cebeci’nin memelerini görme umuduyla yüz binler kayıt formu dolduruyor.
Foursquare daha alt beziyle emekliyor. Fakat BrightKite diye bir mobil uygulama lokasyon tabanlı sosyal ağ çağını çoktan başlatmış. Bir tane de biz kuruyoruz (ve unuttuğumuz ‘oyunlaştırma’ kurgusu yüzünden ÇOK gereksiz çileler çekiyoruz. İnsanların lokasyon oluşturup paylaşmak değil; ‘mayor’ olmak istediğini fark etmemiz çok zaman alıyor).
YouTube pek yaygın olmadığı için yerli video platformları epey iş yapmakta. Bir tane de biz kuruyoruz. Geçen yıl herkesin recm için yarıştığı ‘flash video’ adlı teknoloji o dönemler kral. Gel gelelim Türkiye’de ‘flash video player’ yazdıracak birini bulmak bile mucize. Çilelerimiz bitmiyor.
Birkaç sene boyunca medya planlama ajanslarına ‘online video reklam nedir, nasıl verilir,’ konusunu anlatmaktan kelimenin tam anlamıyla ‘yılıp’, ajanstaki hisselerimi satmaya karar veriyorum.
Dijital ajanslar bir bir sahneye çıkıyor. ‘Sosyal medya ajansı’ diye bir ara form da türüyor. Hepsi altın yıllarında, bir daha asla göremeyecekleri paralar kazanıyorlar. Mikro-site diye bir furya var; her marka da en az bir tane istiyor. Bütçeler en az 5 haneli. Ofisler de maaşlar da büyüyor.
‘Geleneksel reklamcı ağabeyler’ (nam-ı diğer ‘üstatlar’) henüz meselenin farkında değil; hatta bu yeni yetmelere bıyık altından gülüyor. Birkaç sene sonra koltuklarını kaptıracakları dijital ajans ‘başkanları’, sosyalleşmeye çok meraklı. Sürekli buluşmalar düzenliyor. “Dijital camia” denen heyet Kanyon Starbucks’ın avlusunu zar zor dolduruyor.
Çok daha parlak bir 10 yıla doğru
Digital Age dergisi kısa gibi görünen yayın hayatı boyunca bütün bu yaşananlara; batanlara, çıkanlara şahitlik etti. Geleneksel ajansların yuttuğunu sandığı dijital ajanslar tarafından yutulmasına, mobil çözüm geliştiricilerin dünya çapında işlere imza atışına, küresel ölçekte ses getiren yerli internet girişimlerinin satışına ve daha pek çok şeye…
Bugün Digital Age’in muhatap sayısı azalmış gibi görünebilir.
Sahiden de her geçen yıl daha az sayıda ajans, sosyal ağ, dijital platform ve ‘parlak girişim’ gündemde yer buluyor gibi. Ama başka bir açıdan bakınca da yapay zekâ, botlar, otomasyon, robotlar, şeylerin interneti (IoT), otonom araçlar, fintek (finans teknolojileri), kripto paralar, transhümanizm, dijital sağlık ve alternatif enerji kaynakları gibi 10 yıl önce bahse bile konu olmayan yepyeni akımlar gündemdeki yerini artırıyor.
Sosyal ağlardan şöhret (ve küçük bir kısmı zengin) olan fenomenler daha bugünden yeni bir üslup ve pazar yaratacak seviyeye geldi.
Medyanın kendisi bile başlıbaşına bir inceleme konusu. ‘Facebook dışında bir hayat mümkün mü?’ adlı ötenazi yöntemi küresel bir tartışmaya dönüşmüş durumda.
Klişe gibi gelecek belki fakat belki de ‘daha her şey yeni başlıyor’.
Ben ya da bu dergi 10 sene daha yaşar mıyız, bilemiyorum. Ama 20. yıl yazısı için bu kadar yerin yetmeyeceğine eminim.
Nice yıllara Digital Age!
Yorumlar