Skip to main content

Bilim-kurgunun daha çok distopyaya çalan kolektif belleği, bize hep aynı ve üstünde düşünülesi uyarıyı yapar: İnsanın yarattığı tekinsiz ve tehlikelidir.

İnsanın yarattığından insana hayır gelir mi?

Bu derginin okurlarının Karel Kapek (ya da orijinal yazımıyla Karel Čapek) ismine teoride hayli aşina olması gerekir. Pratikte öyle midir emin olamıyorum. Onun için müsaade edin, biraz bahsedeyim.

1890 doğumlu bu Çek Yazar, anadilinde birçok farklı konuya yayılan eserlere imza atmış. Ancak -kendi çapındaki- şöhretinin asıl sebebi, Sanayi Devrimi’nin gündelik yaşama soktuğu teknoloji, makina ve yetkinliklerin, insan doğasındaki ahlaki etkilerini eserlerinde çarpıcı ve tutarlı bir şekilde inceleyebilmiş olması. Örneğin bugün ‘Endüstri 4.0’ vesilesiyle gündelik konuşmalarımızda on yıllar sonra yeniden yer bulan ‘robot’ kelimesini bugünkü anlamıyla hayatımıza sokan kendisidir. Daha çok R.U.R. olarak anılan -Türkçesiyle- Rossum’un Evrensel Robotları adlı bilim-kurgu ‘tiyatrosu’nda Kapek, bugün ‘android’ şeklinde tanımladığımız insansı makineleri ‘robot’ adıyla tarihe geçirir. İlhamını Çek dilinde ‘köle işçi’ anlamına gelen ‘robota’ kelimesinden almıştır (ve ilginç bir detay olarak kelimenin mucidi Karel’in ağabeyi Josef Kapek’tir. Karl’ın taslağındaki terim, Latincede ‘iş’ anlamına gelen ‘Labori’ şeklindedir).

İlk olarak 1921 yılında sahnelenen ve birkaç sene önce Çekçeden Türkçeye Patricia Öztürk tarafından çevrilerek Elips Kitap’tan yayımlanan bu eserde (10 tanesi robot olmak üzere) 18 ana karakter yer alır. Robotlar bilim-kurgu filmlerinin sonradan kafamıza kazıdığının aksine tıpatıp insan görünümündedir. Ayırt edilmeleri zordur. Üç perdelik bu tiyatro oyununda insan ve Tanrı kavramı üzerine yaratıcılık ekseninde bugün bile fazlasıyla ilginç gelen detaylar, diyaloglar yer alır. Bir aile robot yaratma kudretine (teknolojisine) ulaşır ve ardından -fikren ve fiilen- ikiye bölünür. Bir taraf bu teknolojiyle bilimsel bir heyecanla laboratuvarda yeni canlı türleri geliştirmeye heveslenir, diğer tarafsa robotları fabrikada ucuz işgücü olarak kullanarak düşük maliyetli, yüksek kârlı ürünler üretip voliyi vurmanın peşine düşer. Oyunun devamındaki gelişmeler dünya bilim-kurgu türünün bugün hala kullanmaktan (bizim de izlemekten) bıkmadığı klişelerin ilk temsilidir (burada anlatmayı çok isterdim ama henüz okumamış ve okumak isteyenlerin hazzını bozmayalım).

İnsanın yaratma arzusunun miladı: Frankenstein

1920’lerde böylesine büyük ve kapsamlı bir hayalin nasıl kurulabildiğine hayret etmemek mümkün değil. Fakat insanın ‘yaratma’ arzusunun miladı da Karel Kapek ve R.U.R. değil şüphesiz. Çoğumuzun duyduğu/bildiği, bir kısmımızın seyrettiği, daha az bir kısmımızın ise okuduğu Frankenstein romanı, insanoğlunun edebiyat tarihindeki “Tanrıcılık” oyununa yönelik daha da önemli bir kilometre taşıdır. Son derece entelektüel bir İngiliz ailenin kızı olarak 1797 yılında hayatına başlayan Mary Shelley, bugün lafını dahi etmediğimiz bir teknolojiyle kelimenin tam anlamıyla büyülenmişti: Elektrik!

18. yüzyılın ortalarında Avrupalı bilimciler yeni tanıştıkları elektrik teknolojisiyle sayısız deneyler yapmaktaydı. Bunlardan biri Bolonya Üniversitesi’nden İtalyan Cerrah Luigi Galvani’ydi. Elektriğin hayvanlar üzerindeki etkisini incelerken elektrik akımının kaslarda kasılmalara, titremelere yol açtığını fark etti. Galvani’nin notlarını okuyup çalışmalarını takip eden bir diğer İtalyan Bilimci (Fizikçi) Alessandro Volta, olayı bir adım daha ileri taşıdı ve dünyanın ilk pilini (yani elektriği depolama yöntemini) keşfetti. Cerrah Galvani’nin kuzeni Giovanni Aldini ise amcasının ve Volta’nın çalışmalarını birleştirip ölü hayvanlara elektrik vererek hareket ettiren gösterileriyle nam salmaya başladı.

İşte İngiliz yazar Mary Shelley’nin ilham kaynağı da bu temsiller olmuştu. Ancak Galvani’nin gösterilerinin Shelley’i etkilemesinin pek bilinmeyen sebeplerinden biri de 16 yaşında doğurduğu ilk çocuğunun kısa süre içinde ölmesiydi. Çocuğunun hayata tekrar dönebilmesine yönelik takıntısı, elektriğin bu ‘can veren’ görkemiyle birleşince; 18 yaşında yazacağı Frankenstein romanının ilham kaynağı olacaktı.

Teknolojiye hem hayranız hem ondan korkuyoruz

Farklı bedenlerden toplanarak birleştirilen parçalardan oluşan ucube bir cesedin, elektriğin gücüyle hayata gelişinin meşhur, çarpıcı öyküsü. Yunan mitolojisinde balçıktan insanı yaratan Tanrı (daha doğrusu Titan) Prometheus’un modern bir yorumu da denebilir (ilginç bir başka ayrıntı daha: Frankenstein, yaratılan canavarın adı değil; romanda onu yaratan Bilimci Victor’ın soyadıdır. Eserin hiçbir yerinde yaratığın ismi geçmez).
Karel Kapek, Mary Shelley ya da bir başkası fark etmez. Bilim-kurgunun daha çok distopyaya çalan kolektif belleği, bize hep aynı (ve üstünde düşünülesi) uyarıyı yapar: İnsanın yarattığı tekinsiz ve tehlikelidir. Teknik ve onun mahsulü teknoloji ile aramızdaki bu şizofrenik ilişki insanlık tarihine denk. Uyumsuz ve aciz olduğumuz bu gezegende hayatta kalmak ve ilerlemek için teknolojiye muhtacız. Ancak ellerimizle yarattığımız teknoloji istisnasız her çağda bize keyiften çok endişe ve dert vermiş (gibi). Hem hayranız ona hem de korkuyoruz. Buna rağmen teknolojiye yönelik ilgimiz, imanımız ve uyum gösterme arzumuz dur durak bilmiyor. Öyle ki, insanın şu çağda dahi en büyük hedefi ‘transhümanizm’ başlığı altında karşımıza çıkan ve ‘makinalaşmak’ olarak da tanımlayabileceğimiz akım.

Henüz robotların insanlarla ilişkisine yönelik içimize sinen bir ahenk yakalayamamışken gözümüzü yarı robot insanlara diktik. Binlerce yıl felsefenin ve teolojinin derdine düştüğü ruh ve beden (daha doğrusu ve üstüne ayrıca bir yazı yazılası haliyle ‘nefs’ ve beden) bugün teknolojinin meselesine dönüştü.

İnsanın tanımlayan ve temsil eden nedir? Nefsi (hadi basitleştirelim; ruhu, aklı, zekâsı) mi yoksa bedeni mi? Beden sadece bir taşıyıcı ise ne kadarı bizi temsil etmeye kâfi? Örneğin, kafamı başka bir bedene ekleseler o kişi ‘ben’ olur muyum? Zihnimi bir yazılım koduna aktarsalar ve hayatımı bir cep telefonu uygulaması olarak sürdürsem oy hakkım olur mu? Hiç ölmeyen zihnin maddi ve manevi varlıklarının mülkiyeti ne olur? Sanal (simülasyon) insan çocuk sahibi olabilir mi? Peki, sürekli hazza meyledecek transinsan (transhuman) mutsuzluktan azadeyken mutluluğu bulacak ya da bulduğunda bilebilecek mi? Bunları başka yazılarda tartışacağız. Ama siz de biraz düşünün o vakte dek.