Skip to main content

Bugünlerde nasıl çalıştığını bilmediğimiz; hiçbir kontrolümüz olmayan algoritmalar hayatımızda giderek daha fazla rol çalıyor. İtiraz etmeye kimsenin cüreti yok. Yani özetle, egemenlik bireyde değil; teknolojide.

Egemenlik kayıtsız şartsız teknolojinindir
1987 yılında aramızdan ayrılan ABD’li bir akademisyen Joseph Campbell, 83 yıllık hayatının neredeyse tamamını sanat, edebiyat, felsefe, antropoloji ve psikoloji konusunda kendini besleyerek geçirmiş. Bu engin birikimiyle mitolojiye bakarak ismiyle anılan bir örüntüyü ortaya çıkartmış bir dehadır.


Türkçeye Kahramanın Sonsuz Yolculuğu adıyla çevrilen eserinde, Milattan Önce 2100 yıllarına dayanan ve insanlık tarihinin ilk yazılı destanı olarak kabul edilen Gılgamış’tan Star Wars’a; mitolojiden dini öykülere, günümüze gelen ve bugün üretilen hemen her hikayenin aslında tek bir tema içerdiğini; sadece isim ve mekanların değiştiğini belgeleriyle ortaya koymuştur.

Monomit (monomyth) olarak da anılan ve üç ana bölümden oluşan ‘Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’ kabaca şöyledir: Kahramanımız önce kendini hiçbir alakası olmayan bir maceranın içinde bulur ancak bu olayın bir parçası ya da neferi olmayı reddeder. Ardından doğaüstü bir yardım(cı) gelir, ona cesaret verir, yol gösterir. Bu sayede ‘kahraman’ korkusunu yenerek davayı çözme adına yola koyulur. İkinci bölümde artık olaya dahil olmuş; hatta başrolü kapmıştır. Yolculuğu (serüveni) boyunca başına türlü çeşit şeyler gelir. Çile çeker, ümidi kırılır, binbir türlü düşman, engel ve tuzakla sınanır ama nihayetinde bir şekilde hepsini alt etmeyi başarıp zafere ulaşır. Son bölümde köyüne geri dönüş yolculuğu başlar. Fakat artık o yola çıkarkenki endişeli, kendinden şüpheli insan değildir. Bambaşka birine dönüşmüş; bir anlamda ‘kemale ermiştir’. Yine de sonunda sıradan bir fani olarak başladığı yere (konuma) dönerek yaşamını sürdürür. Her şey aynı gibidir ama aslında her şey bambaşkadır artık.

Dini kıssalardan Holywood filmlerine kadar aklınıza gelen her hikayeyi rahatlıkla bu şablonla çözümleyebilirsiniz.

İşte bu yüzden insanoğlunun kendisini, yaşadığı zamanı, sahip olduğu şartları ve elindeki imkanları eşsiz, benzersiz, daha önce görülmemiş gibi algılamaya yönelik meylini anlama adına Campbell ve emsallerini incelemek yeterlidir. Benzer şekilde ‘teknolojinin’ de bize yepyeni bir dünya inşa ettiğine bu kadar kolay kanmamız, bu tip şablonların bilgisinden mahrum kalmış olmamızdandır.

Modern insanının en belirleyici özelliği onu sarhoş eden teknolojiye bağımlılığı
1889 – 1976 yılları arasında yaşamış Alman Filozof Martin Heidegger, bugünküyle kıyaslanmayacak kadar özel ve kısıtlı bir alanda yayılımını sürdüren teknolojiye birçok emsalinden daha çok kafa yormuş bir isimdir. Bu yüzden teknolojinin rol çalma ve egemen olmaya yönelik meylini görmekte hiç zorlanmamıştır. Ona göre modern çağ insanının en belirleyici özelliği, onu sarhoş eden, sahte bir cennet yaratan teknolojiye bağımlılığıdır.

Heidegger daha doğmadan hayata veda eden ABD’li meslektaşı Henry David Thoreau’nun “İnsanlar araçlarının aracı haline geldi” şeklindeki tespitinde de dikkat çektiği gibi o da teknolojiyi ve onun araçlarını her şeye biçim ve düzen verme hırsı taşıyan olgular olarak tanımlamıştır. İnsana konforu sunan teknoloji aynı zamanda onu kendisine köle eder. Teknolojiden mahrum insanlar hayatta kalmakta dahi beceriksiz, ümitsiz hale gelir. Hiçbir yumuşatma ve kibarlaştırmaya mahal vermeden Heidegger insanın bu durumunu ‘düşmüşlük’ olarak adlandırır. Bu uzun giriş, kimi yüzyıllar önce yaşamış bu zihinlerin ekseninden bugüne bakabilmeyi sağlamak içindi. Zira o dönemlerde daha çok üretimin ve uzmanlık alanlarının belirleyicisi olan teknoloji, artık hayatın her anını, her noktasını, her sürecini yönetir halde.

Bugünün kahramanının yolculuğu Campbell’in tanımladığı ‘reddedişle’ değil, navigasyon uygulamasının ona hangi rotayı uygun gördüğüyle başlıyor. Nasıl çalıştığını bilmediğimiz; hiçbir kontrolümüz olmayan algoritmalar hayatımızda giderek daha fazla rol çalıyor. İtiraz etmeye kimsenin cüreti yok. Yani özetle, egemenlik bireyde değil; teknolojide.

Unabomber adıyla tanınan ve 1971 yılında son derece parlak akademik kariyerini bırakıp ormanda kendi inşa ettiği; elektriği dahi olmayan bir kulübeye kapanarak teknoloji karşıtı manifestosuyu yazan Ted Kaczynski aklıma geliyor kaçınılmaz olarak. 1978 – 1995 yılları arasında teknoloji geliştirenlere yolladığı 16 bombalı paketle üç kişinin ölümüne, 23 kişinin de yaralanmasına yol açan Kaczynski’nin fikirleri bugün çoğu insana doksanlı yıllar kadar garip gelmiyor olmalı.

Otonom araçların çağında insanların araç kullanmasına izin verilecek mi?
Otonom araçların vermek zorunda kalacağı kararları etik yönden inceleyen tartışmaları ilgiyle takip ediyorum. “Kaçınılmaz bir kazada sahibini mi yaşatmaya çalışmalı yoksa çarpacaklarını mı?” gibi sorular havada uçuşuyor. Oysa mevcut durumda cevap belli: İnsan her zaman kendini kurtarma eğilimindedir. Sürücü, bir kaza anında canını kurtarma refleksiyle araçtaki diğer kişilerin ölümü pahasına manevra yapar. Demek oluyor ki teknolojiden insanüstü değerler ve yargılar bekliyoruz. Mayasını Ademoğlundan alan bir düzen adına ne kadar da iyimser! Ama benim başka türden sorularım var: Mesela otonom araçların çağında insanların araç kullanmasına izin verilecek mi? Size çılgın ya da ‘insan yaşamına değer vermeyen biri’ gözüyle bakılmayacak mı? Teknolojinin hayata nüfuz etme hırsını dizginlemek, ehlileştirmek ve insanı önceliklendirmek mümkün mü? Şu ana kadar olanlara bakarsak, hayır!

Oysa bütün bu soruların cevabı yine tarihte yatıyor. Tek yapmamız gereken ünlü iletişim bilimci Marshall McLuhan’ın tespitindeki gibi ‘geleceğe geçmişin dikiz aynasından bakmak’. Sorgulamadan sahiplendiğimiz veya sorgulamayı bıraktığımız her şey günün sonunda bizi mağdur edecek.