Skip to main content

24 yıldır medya sektöründeyim. Çeyrek asır, insanlık tarihinde lafı bile edilmez, mikroskobik bir zaman. Ama bu kısa an, teknoloji tarihi adına benzersiz bir dönem oldu. Ve ben bu dönem içinde, bu ilk yazıda paylaşmak zorunda hissettiğim iki fikrî kırılım yaşadım.

Etsiz çiğköfte tadında teknoloji Serdar Kuzuloğlu

Digital Age’in ilk sayısıyla karşılaşmamı gayet iyi hatırlıyorum. Tüm sayılarını -bazen biraz gecikmeli de olsa- okuduğum bu yayının bir gün bir parçası olacağımı düşünmezdim. Hesapta olmayan, ilk başta akla gelmeyen ‘farkına varışlarım’ bununla kısıtlı değil elbet. 24 yıldır medya sektöründeyim. Bu zaman diliminin tamamında teknoloji ve trendleri takip ederek ilgili kişilere aktarmaya çalıştım. Çeyrek asır, insanlık tarihinde ‘lafı bile edilmez, mikroskobik bir zaman’. Ama bu kısa an, teknoloji tarihi adına aksine neredeyse her şeyin baştan yazıldığı, yepyeni ekosistemlerin oluştuğu, hem hizmet hem de kullanıcı yüzeyinin genişlediği, benzersiz bir dönem oldu. Ve ben bu dönem içinde, bu ilk yazıda paylaşmak zorunda hissettiğim iki fikrî kırılım yaşadım.

Birincisi teknolojiyi takip ederken kaçınılması neredeyse imkânsız ‘cihaz tutkusu’ alanındaydı. Bilgisayarların ucuzlayıp yaygınlaşmasına (kişiselleşmesine) ve her alanda kendine yer bulmasına şahitlik ettim. Mobil cihazların yepyeni bir kategori olarak farklı form ve isimler altında bilgisayarların, kameraların, sabit telefonların, navigasyon cihazlarının ve daha nicelerinin tahtını sarsması da görmezden gelinebilecek türden değildi.

Her yeni ürün ve hizmet birbirinden ilgi çekici işlev ve vaatlerle karşımıza çıkıyordu. Dönüşümün izlerini bu derginin okurlarına hatırlatmaya gerek yok sanırım.

Teknoloji hayatımızı hangi alanda, ne adına ve ne amaçla dönüştürüyor?

Fakat bir noktada büyüsüne kapıldığım bu “cihaz fetişizmi”nin aslında o kadar da anlamlı olmadığına karar verdim. İlk kırılmanın ana ekseni bu oldu. Mesele teknolojinin ne sunduğundan çok bizim onlarla ne yaptığımızdı. Her cihaz, her sosyal ağ, her yazılım kendine ait farklı bir davranış kodu oluşturduğu gibi her kesimde ayrı bir kullanıcı grubu yaratıyordu. Bunlara odaklanınca işlemci çekirdekleri, kamera pikselleri de zihnimdeki cazibesini yitirdi. Çok daha bereketli bir maden keşfetmiştim: Teknoloji hayatımızı hangi alanda, ne adına ve ne amaçla dönüştürüyor?

İkinci zihinsel kırılmam da bu yolda ilerlerken gerçekleşti. Kısa bir süre sonra katıldığımız toplantılarda, okuduğumuz basın bültenlerinde bahsi geçen nimetlerin her geçen gün biraz daha az bir kısmından faydalanabildiğimizi fark ettim.

Evet, dünyayla aynı anda iPhone sahibi olabiliyor ancak örneğin ödeme sisteminden faydalanamıyorduk. E-ticaret dünyayı küresel bir pazara dönüştürüyordu ancak arzularımız gümrük duvarlarına takılıyordu. Dünyanın en büyük dijital yayın platformunu ancak dünyanın en zayıf içerik kataloğuyla izleyebiliyorduk. Dünyanın en büyük e-ticaret sitesi limonsuz limonata, etsiz çiğ köfte, unsuz kurabiye formunda hayatımıza giriyordu. Demek ki, cihazlara odaklanmak kadar onların vaatleriyle büyülenmek de yanıltıcı, aldatıcı; hatta heves kırıcı olabiliyordu.

Bu iki noktayı, bu sayfada ileride paylaşmayı düşündüklerimin gerekçelerini sunmak adına aktardım. Aynı amaçla (ve tarihe not düşmek adına) birkaç ‘yerel’ ayrıntıyı da eklemeden edemedim.

Yerel ve evrensel tabloyu dikkate almak zorundayız

Bu satırları (teknoloji sektörünün en büyük belirleyicisi olan) ABD Dolar kurunun 6-7 TL bandında dolaştığı bir zamanda yazıyorum. Kur belirsizliği bir yana, bir kararname ile satış ve sözleşmelerde döviz kullanımının yasaklanması yüzünden Türkiye’de neredeyse hiçbir donanım ve yedek parçaya erişmek mümkün değil. Dijital reklam kampanyaları sürekli frene basıyor. Şirketler yavaşlama ve küçülme adına matematik cambazlıklar sergiliyor.

Digital Age dergisinin kendine dert edindiği gelecek meselesinin barometresi gençlerde de durum vahim. Genç işsizliği resmî verilere göre yüzde 20 bandında (gayrıresmî olanı siz düşünün). OECD verilerine göre ülkede ‘ne okuyan ne de çalışan’ genç oranı yüzde 25. Okuyanlarda da tablo düşündürücü. Üniversite giriş sınavının ilk aşamasında sayısalcıların yüzde 65’i, sözelcilerin yüzde 25’i barajı geçemedi. 41 bin öğrenci sıfır puan aldı. İkinci aşamadaki sonuçları yazmaya elim varmıyor.

Eleğin tepesindeki durum da parlak sayılmaz. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre sadece geçen yıl (ağırlıklı 20-34 yaş arası) 253 binden fazla kişi Türkiye’yi terk etti. Bu göçte bir önceki seneye kıyasla artış yüzde 42’nin üstünde. Kalan gençlerin büyük bölümünün rüyası KPSS’yi aşıp ‘devlete kapak atmak’ üstüne. Türkiye’nin en iyi okullarının mezunları çileli mülakatları atlatıp çok uluslu şirketlerin Türkiye ofislerinde çikolata, gofret, dondurma pazarlayabilmenin hayalini kuruyor.

İşte Digital Age’in yazarları ve okurları olarak bu yerel ve evrensel tabloyu dikkate almak zorundayız. Yoksa elbette yeni Samsung muhteşem. Netflix’te süper bir dizi başladı ve şüpheniz olmasın, ‘2018 mobilin yılı olacak’.