İlk hayatımıza girdiğinde, bu işin nereye evirileceğini hiçbirimiz anlamamıştık maalesef. Kendimize haksızlık etmek istemem, sosyal medyanın yeni gelişen bir trendden biraz daha fazlası olduğunu o devirde anlamamız imkansızdı.
Hatta hayatımıza bu mecraların girmesi hakkında tüm algılarımız da hayli pozitifti. Türkiye’nin bu platformları en çok kullanan beş ülke arasında olmasıyla gurur duyuyorduk.
Bu platformların insanların başkalarıyla bağlantı kurma ve akranlarıyla olumlu ilişkiler kurma becerilerini geliştireceğine inanıyorduk. Hatta bunu pek çok konferansta savunduk.
Daha açık ve bağlantılı bir dünyanın daha iyi bir dünya olacağına inandık. Bu platformların dünyanın sınırlarını kaldıracağını ve tüm dünyayı birbirine bağlayacağını söylüyorduk.
Sevdiklerimizle daha güçlü ilişkiler kurabilecektik. Daha fazla fırsat içeren daha bağlantılı bir küresel ekonomi ve tüm bu yeni değerleri özümseyecek daha güçlü bir insanlık.
Bu yolun başlangıç yıllarında iletişim dünyasında çalışıyordum. Romantik çocuklardık. Sosyal medyanın oluşturacağı ilişkilere odaklanırken, neo-liberalizmin yeni bir tanımı ile karşı karşıya olduğumuz gerçeğini kaçırmıştık.
İlişkilerden devrimlere…
Hayatımıza sosyal medyanın girdiği devirle bugünün arasında büyük bir fark var.
Hayatımıza girişinden sadece sekiz, dokuz yıl sonrasında, yani 2013 yılına hızlı bir şekilde ilerlediğimizde, sosyal medyanın artık modern yaşam tarzının sadece bir trendi olmadığını hepimiz biliyoruz.
2013 itibarıyla yeni veri ekonomisinin yükselişi, verinin odak noktasını da temelden değiştirdi.
2013 öncesi odak ürünler ve insanlar iken, 2013 itibariyle odak, insanlar ve ilişkilere kaymış oldu.
Dijital dönüşüm artık küresel ve farklı zaman dilimleri arasında e-postalar göndermek, herhangi bir sorunuz olduğunda Google’da ansiklopedik cevaplar aramak veya sosyal medya aracılığıyla uzaktaki ailenizle bağlantı kurmak değildi. Yedi saniyelik ün peşinde koşarken yarattığımız içerikler de değildi.
Romantizm bitmişti, devir matematik devriydi.
Moore yasasının etkilerini gündelik yaşamamızda hissedeceğimiz döneme girmiştik.
Moore yasası giderek ucuzlayan ve milyonlarca etkileşimi anında sağlayan altyapılara herkesin erişebileceği bir devri anlatıyordu.
Altyapılara erişimin demokratikleştirilmesi ile yeni altyapının aslında insan olduğu döneme girdiğimizi de yeni yeni fark ediyoruz. Altyapının insan olduğu şartlarda, insanlar da birler ve sıfırlar dünyasına indirgendi.
Veri devriminin bu özelliklerini ve neoliberalizmin veri devrimini kullanma şeklini göz önünde bulundurduğumuzda, ülkemizin insanını asgari korumak istiyorsak iyi veri toplayabilen, analiz edebilen, daha iyi hale getirebilen çok daha fazla insana ve yeni girişimlere ihtiyaç olduğu görülmektedir. Oysa bırakın analiz etmeyi, insanımızın bu oluşan büyük miktardaki veriyi ve yeni devrimi anlayabilmesi için yeterli ‘veri okuryazarlığı’ bile yok. İnsanlar, kendilerini çevreleyen bu veri sistemleri üzerinde hiçbir kontrole sahip olmadıklarından ve olan biteni anlamadıklarından dolayı, “Algoritmalar dünyayı yiyor” (Andreessen 2011) algısı giderek artıyor ve artmaya da devam edecek. Algoritmalar Türkiye’yi yiyor, bitiriyor. Algoritmalar küçük girişimcimizi yiyor bitiriyor. Ellerindeki az kaynağa el atıyor, onlara rekabet şansı vermiyor. Genç girişimcilerimizin gelir yaratmada bu kadar zorlandığı ve hatta çaresiz olduğu şartlarda, veri algoritmaları otomatik veri işleme sayesinde, daha önce tamamen insanların sorumluluğunda olan karar verme süreçlerinde de giderek daha fazla rol almaya devam ediyor. Veri devrimi insanların algılama, iletişim kurma, karar verme ve tüketim biçimlerini temelden dönüştürürken, hizmet bedelini girişimcilerimize pahalı ödetiyor. Biraz girişimcilik ekosisteminden çıkıp, insan hakları meselesine dönelim.
Bugün Avrupa Birliği kurumları algoritmalar ve insan hakları meselesini çokça konuşur oldu. Otomatikleştirilmiş veri işleme tekniklerinin insan hakları boyutu ile ilgili Avrupa Konseyi yayını var, bulup okumanızı öneririm.
Bu çalışma, karar vermede algoritmaların izin alınmadan devasa bir şekilde artmış rolünün tetiklediği bir dizi insan hakları ihlalini tanımlıyor. Bu çalışmanın temelini de Tarleton Gillespie’nin, “Algoritmalar yazılım olmak zorunda değildir” söylemi oluşturuyor. En geniş anlamıyla bu belirli hesaplamalara dayalı olarak veri girişlerini istenen bir çıktıya dönüştürmek için kodladığımız prosedürlerin de çoğunun insan haklarına ters olduğu anlamına geliyor. Bu haliyle veri işleme tekniklerinin işleyişi, bilgi alma ve verme hakkını da içeren ifade özgürlüğü hakkı üzerinde büyük etkiye sahip oluyor. Bu durumda endişeler, yalnızca bireysel ifade özgürlüğü hakkına ilişkin olarak değil, aynı zamanda çoğulcu kamusal tartışmalar ve hatta kamu güvenliği için eşit derecede erişilebilir ve kapsayıcı bir ortam yaratma hedefine ilişkin olarak da öne çıkıyor. Ki dört yıldır ABD’de seçimlerimize müdahale edildi mi edilmedi mi sorusu sorulmaya devam ediliyor. Daha ağır bir kamu yararı endişesi düşünemiyorum.
Peki Türkiye neden bu çalışmalarda yer almaz? Neden her şeyi kendi içimize kapanarak ve tepki gösterirmiş gibi çözmeye çalışırız? Neden Avrupa ile entegre çalışmayız bu konuda? İnsan hakları bazında bu konuları neden ele almayız bilinmez. Neden hep yasak ve sansür konuşuruz?
Neden girişimci ekosistemimiz, insan hakları, kamu yararı konuşmayı beceremeyiz? Neyse, burası mecrası olmadığı için, bu konuya burada fazla girmeyelim, başka bir fırsatta konuşuruz…
Yorumlar