Hiç unutmam; FOMO (fear of missing out)kavramını örnekleriyle detaylandıran ilk makaleyi okuduğumda, tüm bedenimi ani ama kısa süreli bir sıkıntı seli kaplamıştı. Sıkıntının arkasındaki nedeni bulabilmek adına, “Olan biteni takip edebilmek, güncel gelişmelerden geride kalmamak adına gerçekten ben de cep telefonumu bu sıklıkta kontrol ediyor muyum,” diye kayıt tutmaya başlamıştım. Sonuçlar öncelikle şok edici, sonra da yıpratıcı oldu. Neyi kaçıracağımı bile tam olarak bilmeksizin, benim odaklanma hızımdan çok daha hızlı akan bir bilgi nehrinin içerisinde, akıntının tam aksine kulaç atmaya çalışıyordum. Bu kadar fazla veriyi işleme gücüne sahip olmadığım aşikârdı. Lakin bir yandan da güncel kalabilmek ve fikir beyan edebilecek bilgi birikimine sahip olabilmek, bir yandan da dijital ile senkronize hareket edebilmek istiyordum. Bilgi obezliğini dizginleyebilmek, sıkı bir bilgi akışı diyeti ile mümkün olsa da temel sorun ortadan kalkmıyordu: Dijital olan her şey, insan hayatını daha yaşanılabilir kılmak için yaratılıyor ve buna rağmen denklemdeki “insan” faktörü arıza çıkartıyorsa, sorun dijitalin insanlaştırılamamasında değil miydi? İşte, bu yazı tam da bu konu üzerinde odaklanıyor: Dijitali insanlaştırmakta geç kalmak üzereyiz… Son dönemde cep telefonuma, bankamdan gelen mesajlarda emojiler kullanılmaya başlandığı dikkatimi çekti. “Son ödeme tarihi 16.12.2016 olan, *** 1111 no’lu kartınıza ait ödenmemiş borcunuz bulunmaktadır. Bu ayki ödenmemiş borcunuz 10 TL’dir. ”
Bu mesajı ilk kez dikkatli bir şekilde incelediğimde, aklımdan geçen “Vay, micro copy üzerinde çalışmaya başlamışlar” düşüncesi olmuştu. Profesyonel bakış açımı bir tarafa bırakıp mesajı tekrar değerlendiğimde fark ettiğim küçük ama çok değerli detay, aslında bankanın minik bir simge ile bana insanî bir dokunuş yapabilmiş olması idi. Anlık uyarılar ile hedeflenen para kaybını engelleme, kredi puanımın düşmemesini sağlama veya türevi tüm teknik detaylar bir tarafa, o simgeyi oraya koyma kararını alan inisiyatif sahibi, bankayla benim aramdaki o kalın, korkutucu tüzel kimlik gerçek kişi sınırını yerle yeksan etmeyi başarmıştı. İşte, aslında dijital bir aracın, insani bir motifle bezenmesi bu kadar basite indirgenebiliyor diye düşünüyorsunuz öyle değil mi? Keşke kısaca “evet” deyip, sizlere gümüş kurşunu verip bir sonraki Digital Age sayfasına yolcu edebilseydim. Ne yazık ki, işler o kadar basit değil.
Sanal zekâ ile iletişime geçmek neden zor?
Dijitalin son parlak çocuğu AI, nam-ı diğer sanal zekâ ve onun gün aşırı hayatımıza girmeye çalışan unsurları, çoğu ileri seviye teknik bilgiye sahip dijital uzmanı dahi kaştan topuğa endişeye boğmaya devam ediyor. Bir dönem nereye baksak gözümüzü alamadığımız, lakin çoğunluğun da günlük hayatına doğru şekilde eklemleyemediği “Big Data bilgi ve methiye bombardımanı” yerini sanal zekâ köpürtüsüne bıraktı. Hikâyenin, “Sanal zekâlı robotlar insanların iş gücüne olan ihtiyacı ortadan kaldıracak” efsanesini hızlıca bir tarafa koyarak, sonucuna odaklanmak istiyorum: Sonuçta sanal zekâ da insan için yaratılan bir teknoloji değil mi? Madem dijitalleşen hayatın yeni alamet-i farikalarını sanal zekâdan türetebileceğiz, öyleyse sanal zekânın uygulamalarını bir insanın deneyimleyebilmesi için illa ileri seviye teknik bilgi birikimine sahip olması mı gerekiyor? Sanal zekâ ile açık iletişim kurabilmek, onun bize fayda sağlayabilmek adına yaratıldığını algılayabilmek ya da hiç uzatmadan doğrudan sormam gerekirse, onunla etkileşime geçebilmek neden bu kadar zor?
Apple’ın dünyaca popüler sesli asistanı Siri’yi ilk deneyimlediğimde bir sanal zekâ uygulamasıyla konuştuğum gerçeğinden elimden geldiğince sıyrılmaya çalışarak, tam da bir Türk’ün yapabileceği gibi ona cevap vermesi imkânsız sorular sormaya başladığımı fark etmiş- tim. “Köprü açık mı Siri?” ya da “Akşama ne yesek Siri?” gibi denemelerim Siri’nin sürekli çakılması ve akabinde beni arama sonuç sayfalarına yön- lendirmesi bünyede garip bir “Yahu işte sanal zekâ bu kadar oluyor” koltuk altı kabarmasına yol açsa da işin aslı, benim bir sanal zekâ uygulaması ile etkileşime geçebilmek için harcadığım eforun yalınlığıydı. Sadece 3 adımda, merakla beklemeye başlıyordum: “Butona bas, konuş, yanıtı bekle” Aynı, banka mesajındaki örnekte emojiyi mesajın sonuna konumlandırma inisiyatifini almış olan deneyim tasarımcısında olduğu gibi, Siri’nin yaratım sürecinde de kanıksanamayacak kadar yazılım yoğun bir dijital ürünü bana “insanî motifler”ile tasarlanmış olduğu hissiyatını verebiliyordu. Özetle, deneyimi insanı esas alarak yola tasarlandığında, cümle içerisinde kullanımı bile çok zor olan sanal zekâ dahi bir anda dijitalin insana kolaylıkla dokunabildiği yeni bir temas noktası olabiliyordu.
Dijital insandan ne bekliyor, biliyoruz: Veri. Peki, insan, hayatının her alanına izinli / izinsiz müdahil olma hakkını sunduğu dijitalden ne bekliyor? İnsan sistem etkileşimi, dijitalin daha karmaşık teknolojileri ve sistem arayüzlerinin önümüze getirmesi, daha da kötüsü, dayatması neticesinde insanı tepkisiz bir veri giriş operatörüne mi döndürmeli? “Robotik” kavramı tam da bir önceki cümlemi çağrıştırmıyor mu?
Açıklık, kişiselleştirme ve güven kavramları biz deneyim tasarımı
profesyonellerinin diline pelesenk olmuş ikna gerekçeleridir. Söze, “Sistem ara birimlerimiz kolay şekilde tüketilebilir, öğrenim bariyeri düşük bir iletişim kurgusuna sahip olmalı. Her daim kullanıcıya net mesajlar iletmeli ve onu şüpheden uzak tutmalıyız. Ancak bu şekilde kullanıcımızı, dijital deneyimi yaşarken kendini güvende hissettirebiliriz” diye girer, “Pozitif deneyim için güven ilişkisi kurabilmemiz esastır” ile güvene vurgumuzu yaparak devam ederiz. Dijital bir ürün, servis ya da donanımın hedef kitlesinde yer alan hiçbir kullanıcı, eğer ki gerçekten hedef kitle içerisinde yer alıyorsa, yaşayacağı dijital deneyimde kendi “pasif”, “ötekileştirilmiş” bir veri giriş operatörü gibi hissetmemelidir. İnsanı merkeze alarak tasarlanan dijital deneyimlerin temel çıkış noktası sunulan faydanın, her daim insanî motivasyonları esas almasıdır, sistemi değil. Sistemin varlığı insan içindir. İşte, bugün yaşadığımız temel sorun, insanı dijital dünyanın varlığının ve büyümesinin bir ön şartı olarak görerek hareket eden zihniyetin izlediği yanlış politikadır. Dijitalde insanlaştırma akımı, teknolojinin odağını insana çevirmeyi hedefliyor. Humanization in Digital (Dijitalde insanlaştırma) akımı, geç de olsa tek- nolojinin odağını insana döndürmeye harcanan tüm eforların gruplandığı akım olarak gün geçtikçe popülaritesini artırmaktır. “Hayalet arayüzler” kavramı
ile tanımlanan ideal, insanın dijital bir sistemle olan etkileşiminde, sisteme her tür girdiyi sağlamak ve sistemden çıktıyı alabilmek için “aşmak zorunda kalmayacağı” ara birimlere ulaşmayı hedefler. Şimdi hep birlikte düşünelim, bir TV’nin önüne geçerek TV’nin üzerine konumlandırılmış olan kameranın görüş açısı içerisinde olduğumuzdan emin olduktan sonra sağ kolumuzu omuz hizasında kadar kaldırıp, elimizin parmak uçlarını aralarında hiçbir boşluk kalmayacak şekilde birleştirdikten sonra, ekrana yüzümüzü dönüp kolumuzu da ekrana 90 derece açıyla konumlandırıp, içimizden 101, 102, 103 diye sayarak elimizi sola veya sağa doğru hareket ettirerek mi kanal değiştirmek daha “insancıl”, yoksa sadece kumandanın Program tuşuna basarak mı?
Kuşlar gibi kanat çırparak uçmayı başaran uçaklar yapmadığımız gibi analog hayatı da kopyalayan dijital deneyimler yaratmayı hedeflememeliyiz. Lakin dijital dünyada nasıl bir çığır açmayı hedefliyor olursanız olun, önce, insanı merkeze alın. Onu gözlemleyin. Dijitaldeki optimum insancıl deneyimin ipuçlarını, gerçek hayat kesitlerinde yaşanan deneyimlerde bulacaksınız.
Yorumlar