Skip to main content

Nike’ın 1960’larda kuruluşu Silikon Vadisi’ndeki bir start-up hikâyesinin rekabetten markalaşmaya belirsizlikten kaoslara tüm ana elementlerini barındırıyor.

Spor ayakkabı markası Nike’ın kurucusu Phil Knight üniversitede Japonya’dan spor ayakkabı ithal ederek ABD’de önemli bir pazar yaratılabileceğini düşünüyor. Sonrasında Stanford’da MBA yapıyor, bir sene dünyayı geziyor ve sonrasında ‘çılgın fikir’ olarak adlandırdığı işe girişip Japonya’da bulduğu bir ayakkabı tedarikçisinden aldığı ayakkabıları satıyor. İşe babasından borç aldığı 50 dolarla başlıyor, sonrasında ise devamlı olarak bankalardan borç alıp elindeki tüm parayla ayakkabı ithal etmeye devam ediyor. Hep o kadar borçlu ki, en ufak problemde nasıl batacağını düşünmeye başlıyor. Hatta, düzenli geliri olsun diye muhasebe eğitimi alıp PricewaterhouseCoopers’da (PwC) çalışmaya başlıyor.

Japonya’daki tedarikçisiyle arası bozulduğu için kendi markasını oluşturmaya karar veriyor, ama Nike aslında Knight’ın ilk tercihi değil. Dimension Six markasını istiyor. Fakat beraber çalıştığı insanları ikna edemediği ve çok kısa bir sürede karar vermesi gerektiği için Nike’ı seçiyor. Bu arada Nike’ın efsanevî logosunu da 35 dolara bir öğrenciye tasarlatıyor. Kurduğu takım ise gerçekten ilginç ama tutkulu insanlardan oluşuyor. Geleceği çok parlak olan ama geçirdiği bir kaza yüzünden felç olan birisi satışta çalışıyor. Benzer bir profil daha satış ekibine katılıyor. Sporla çok ilgisi olmayan bir muhasebeci ama en önemlisi koşuda ABD’de sayılı antrenörlerden birisi olan Bill Bowerman ortak olarak Knight ile çalışıyor. Hepsinin ortak özelliği problemlere karşı pozitif durup ürüne ve şirkete tutkuyla bağlı olmak.

Altını çizdiklerim

  • Korkaklar hiç başlamadı, zayıflar ise yolda öldü, sadece biz kaldık…
  • Hiçbir parlak fikir konferans odalarında doğmadı ama pek çok fikir oralarda öldü.
  • Yaşam gelişmektir. Gelişir ya da ölürsün.
  • İnsanlar rekabetin hemen iyi bir şey olduğunu ve insanın içindeki en iyiyi ortaya çıkardığını düşünür. Fakat bu sadece rekabeti unutabilen insanlar için doğrudur. Rekabet sanatı aslında unutma sanatıdır. Sınırlarınızı unutmalısınız, şüphelerinizi, acınızı, geçmişinizi… İçinizden gelen ve şöyle yalvaran sesi unutmalısınız…”Bir adım daha dayanamayacağım”. Ve unutmak mümkün olmadığında onunla pazarlık etmelisiniz. “Evet bunlar çok önemli noktalar ana lütfen devam edelim”…
  • Dağı oynatan adam her şeye küçük küçük taşları taşıyarak başladı…

Onur Erbay, Hopi Genel Müdürü