Çoğumuz Simon’ı bilmeyiz. Oysa ki, IBM’in 1994 yılında piyasaya sürdüğü bu cihaz, üzerinde uygulama çalıştırabilen, ekranına dokunularak veya bir Stylus aracılığıyla etkileşime geçebildiğimiz ilk mobil kullanıcı telefonuydu. ABD’nin sadece 15 eyaletinde kullanılabiliyor ve 899 dolardan satılıyordu. 1995 yılında üretimi durdurulana kadar 50 bin satışa ulaşabilmişti. 1 mb (evet 1) RAM, yine 1 mb’lik dev bir hafıza alanına ve 160 px x 293 px’lik monokrom bir ekrana sahipti.
Simon’dan sonra, internetin kapsama alanının genişlemesini tetikleyen (bu yazı içerisinde değinmeyeceğim) onyüzbinmilyon ardışık olayı takiben, 2011 yılına geldiğimizde pazarda satışta bulunan cihazların büyük çoğunluğu 2,5 inç- 4 inç arasında ekran boyutlarına sahip oldu. Ve çok kısa bir süre sonra, ne olduysa oldu ve 2013 yılından itibaren 4 inç altındaki cihazlar hızla üretim bandından çekildi.
Tüm faktörleri devre dışı bırakarak bu evrimi değerlendirdiğimizde, üreticilerin pazara 2005 yılı itibarıyla sürdükleri yeni cihazlarda, ekran boyutlarını büyütmeye ve kasanın geri kalan bölümündeki ekran payını maksimize etmeye eğilim gösterdikleri çıkarımında bulunabiliriz. Peki neden? Neden üreticiler bir anda ekran boyutlarını büyütmeye karar verip, durmaksızın ekran boyutları ve oranlarıyla oynamaya başladılar?
Mobil durumdaki kullanıcının, deneyim yelpazesi genişledi
3G öncesinde, akıllı telefonunuzdan (dosyayı hafızasına yüklemeksizin) bir film izleyebiliyor muydunuz? Peki ya müzik? Internet bağlantısının erişim ve sinyal gücünün artmasıyla akıllı telefonunuza çok daha az şarkı yüklemeye başladınız öyle değil mi? App Store veya Google Play’den belki artık gün aşırı uygulama indirip, kurcalamıyorsunuz ancak yine de cihazınızda “olmazsa olmazınız statüsü”ne ulaşmış en az 10 uygulama yüklü, öyle değil mi? Peki ne sıklıkla, Instagram veya Facebook’ta yayımlamak için akıllı telefonunuz aracılığıyla çektiğiniz fotoğrafların cihazınızın hafızasını doldurduğunu fark ediyorsunuz? En son ne zaman, “Fotoğrafları Dropbox’a, Google Photos’a yüklemekten bıktım, hafızam dolmaktan bıkmadı!” diye iç çektiniz? Mobilken ne çok içerik tüketiyor ve üretiyormuşuz, öyle değil mi? Bu konuda hemfikir isek bizi bu kadar çok çeşit ve adette mobil deneyim yaşamaya iten faktörlerin başını, cihazla ana etkileşim ara birimimiz olan ekranın boyutu, yetkinliği ve cazibesi çekiyor sonucuna varamaz mıyız?
“Instagram olmasa bu kadar fotoğraf çekmezdim” ya da “Yandex Navi olmasa, seyahat halindeyken mobil telefonumu yol bulucu olarak kullanmazdım” diyebilirsiniz, haklısınız. Bu sonuca bir de şu perspektiften bakın: Cihazınızın ekranı ve işlemcisi size fotoğraf çekerken aldığınız hazzı, yol bulurken sağladığı (sesli – görüntülü destek aracılığıyla) kolaylığı sunamıyor olsaydı, hâlâ bu fikri savunur muydunuz? Deneyim, içeriğin ve fonksiyonel faydanın bir sonucu olduğunu kabul ediyorsak, deneyimden alınan hazzın da mobil durumdaki insan ile sistem etkileşiminde birincil ara birim ekranın bir sonucu olduğunu yadsımamalıyız.
Mobil kullanıcı deneyimleri, ekranın fiziksel evrimini direkt etkiliyor
MVC 2017’de lanse edilen LG G6 ile Mart 2017 sonunda çıkması muhtemelen Samsung Galaxy S8’in ekranlarında tercih edilen 2:1 oranı, mobil kullanıcının önümüzdeki yıllarda deneyimleyeceği etkileşimde yepyeni bir boyutun habercisi: Daha yüksek çözünürlükte, daha uzun ve dar ekranlı akıllı telefonlar.
2:1 oranının aslında bir ismi bile var: Univisium. Kavramın yaratıcısı ve isim babası Vittorio Storaro, 2007 yılında, 2:1’lik oranın 2.20 (70 mm) ile 1.78’lik HD yayın format oranlarının en yakın matematiksel ortalamasına denk geleceğini ve bu oran sayesinde yayın üzerinde hiçbir kesme işlemi veya sanal müdahaleye gerek kalmayacağını iddia ederken, 10 yıl sonrasında iki dünya devinin bu ekran formatını cihazlarında kullanmaya başlayacağını ve hatta Netflix’in dahi bazı içeriklerinde 2:1 oranını desteklemeye başlayacağını düşünmüş müydü, bilinmez.
İleri görüşlülüğün temelini bir mobil kullanıcı deneyiminin daha yüksek fayda sunacak şekilde yaşanmasını hedefliyor olmasından aldığını varsaydığımızda, deneyimin cihazların fiziksel evrimini temelden değiştireceği sonucuna da rahatlıkla varabiliriz.
Deneyim ekranların uzamasını ve daralmasını arzu ediyor, peki ama neden?
Basit düşünelim, bir akıllı telefonla etkileşime geçerken parmağımızla en çok hangi hareketleri yapıyoruz? Tap (dokunma), scroll (ekranı aşağıya yukarıya kaydırma) ve swipe (ekranı sağa ve sola doğru çekme) öyle değil mi? Peki geniş ve görece kısa, tombul bir ekranda mı bunları yapmak daha kolay, yoksa dik olduğu için daha az scroll ederek dibine ulaşabileceğimiz, yan çevirip (bazı cihazlarda) iki uygulamayı dahi aynı anda kullanabildiğimiz ve hatta iki veya daha fazla ögeyi aynı anda görebildiğimiz için neredeyse yarı sayıda swipe etmek zorunda kalacağımız bir ekran mı?
Bizler, mobil haldeyken ne kadar çok içerik tüketiyorsak, o kadar çok veri transferi gerçekleştiriyoruz. Bizler ne kadar çok veri transferi gerçekleştirirsek, yazılım dünyasının hayatımıza o kadar derinden nüfuz etmesini sağlıyoruz. Yazılım hayatımıza ne kadar derinden nüfuz ederse, bir o kadar “kontrol edilebilir” hale geliyoruz.
Üzgünüm ama her birimiz, filmin sonunu bile bile onu büyük bir zevkle tekrar tekrar seyretmeye doyamıyoruz.
Yorumlar