Kitaptan öğrendiğim kadarıyla kuşak araştırmaları 1925’ten önceye gitmiyor. Bunun sebebi var mı?
Aslında gidiyor ama bu kitap Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan yana olan dönemi kapsadığı için 1925’ten sonrasını ele aldım. Kitapta da bahsettiğim kuşak arketip modelini incelerseniz, 1925’ten önceki kuşaklarla da ilgili çıkarım yapabilirsiniz. Kuşak analizlerinde 1000 yıllık geriye gidişler görebiliyoruz. Ama bu kitap benim için Türkiye’nin cumhuriyet tarihini anlatan bir kitap. O yüzden cumhuriyetin ilk kuşağıyla başlıyor ve beş kuşağı anlatıyor. Bu kitap aslında kuşak kavramıyla ilk defa karşılaşan Türk okuru için tanışma kitabı.
Kuşaklar bağlamında düşündüğümüzde kuşakların teknolojiyle ilişkisi nasıl? Biraz açabilir miyiz?
Türk toplumunun bence tüm kuşaklarda teknolojiyle ilişkisi kötü. Bununla ilgili enterasan ölçekler var, mesela Türkiye sosyal medya kullanımında rekor kıran bir ülke. Ama sosyal medyayı ve dijitalleşmeyi bu kadar yoğun bir seviyede kullanmamız, bunu insanlık yararına kullandığımız anlamına gelmiyor. Bizim dijitalleşme konusunu yanlış okuduğumuzu düşünüyorum. Sosyal medya kullanımı yüksek olan ülkelere baktığımızda demokrasisi gelişmiş ülkeler değil, bizim gibi gelişmekte olan ülkeler görüyoruz. Sosyal paylaşım platformlarında çok aktif ve çok penetre olmak, düşünce ve ifade özgürlüğü ile ilgili sorunlarımız olduğunu gösteriyor, dijital olarak dönüştüğümüzü değil. Bence teknolojiyi akıllı kullanmıyoruz, ben aletlerin bizden daha akıllı olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, “insanî teknoloji” kavramını gündeme getirmemiz gerekiyor. İnsani teknolojiden kastim insanlığın faydasına kullanılan teknoloji. Bizim ülkemizde bunun karşılığı ne yazık ki inovasyon konferanslarında insansı robotlara halay çektirmekten ibaret, Gelişmiş ekonomilerde yapay zekânın işleri nasıl inovatif hale getireceği robotlara komiklik yaptırarak, ya da robotların sözü kesilerek anlatılmıyor.
Marka ve liderlere sahicilik ve samimiyet öneriyorum
Yaklaşan seçim öncesi siyasî partilere gençlik ve kuşak araştırmaları gibi konularda danışmanlık veriyor musunuz?
Hayır, vermiyorum; zaten siyasî partilerin bu konularda kampanya yönetiminden çıkıp strateji geliştirme kafasına hâlâ geldiğini düşünmüyorum. Hayalimdeki Türkiye siyasî partilerin sadece seçim dönemlerinde gençlerin ilgilerine talip oldukları değil tüm zamanlarda bu konuya merkeze alan bir ülke. Bu seçimlerde siyasî partiler ve adayları önceki seçimlere göre gençlere yönelik daha fazla söylem içindeler, ilgiyle takip ediyorum. Elbette burada bu sene ilk kez sandığa gidecek 1 milyondan fazla 2000 doğumlunun etkisi olduğunu düşünüyorum. Şunu yapmayalım: Amcamızın oğluna bakarak gençleri genellemeyelim. Türkiye’nin en büyük probleminin gençlerini tanımayan ve sevmeyen bir ülke olduğunu düşünüyorum. Bunu çözersek, pek çok konuyu zincirleme çözmüş olacağız.
Gençlere hitap etmek isteyen kurumlara neler tavsiye edersiniz?
Öncelikle sahici ve samimi olmalarını istiyorum. Çünkü bence Türkiye’de gençlik iletişimine dair en büyük problemlerden biri tıpkı liderler gibi, markaların da sahici olmaması. Bu kadar sanal bir dünyada hâsıl olan ihtiyaç, sahicilik. Yani, her trend karşıtını besliyor. Dolayısıyla, her şeyin bu kadar sanal olduğu bir dünyada çocuk ve gençlerin sahicilik ihtiyacı var. Sahici marka ve liderler kazanıyor. Politik doğruculuk yerine sahiciliği öneriyorum. Liderlerin ve markaların gençlerin psikolojik sermayelerini güçlendirmek üzerine vaatlerde bulunmaları önemli. Türkiye’nin gençlerine umut vermeleri ve iyimserlik aşılamaları gerekiyor. Markalar bazen didaktik olabiliyor. Ben şuna inanıyorum: Bu çağda gençlere bir şey öğretemezsiniz, ancak birlikte öğrenebilirsiniz. O yüzden etkileşim önemli. Biraz daha az konuşmak ve çok dinlemek önemli.
Haddimizi aşan bir ebeveynlik halindeyiz
İş hayatında hikâye anlatıcılığının öneminden bahsedebilir misiniz? Kitapta buna da yer ayırdığınızı gördüm.
John Naisbitt’in söylediği gibi, “Veride boğuluyoruz ama bilgiye açız” O yüzden kitabı yazma metodolojimde de bu vardı, bir sürü veri ve istatistiği hikâyelerle örerek anlatma sebebim buydu. Hikâyeler anlatılmak istenen durumu içselleştirmemizi kolaylaştırıyor ve sahicileştiriyor. Sahicilik arayışının karşılayacısının sayısal veriler değil hikâye dili olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, liderlerin ve eğiticilerin bir an evvel Powerpoint sunumlarından vazgeçmeleri gerektiğini düşünüyorum. Bence hikâye anlatmayı bilmeyen dükkân açmasın, ne liderliğe ne de eğiticiliğe soyunsun.
Z kuşağı bu çağa hazır ama biz hazır mıyız? Neler söylemek istersiniz?
Hazır olmadığımız çok belli. Sınavdan çıkarken ağlayan çocuklar ülkesindeyiz. Ancak çocuk ve gençleri mutlu olan bir toplum umut verebilir. Türkiye’de küresel indekslere göre gençlerinin stres seviyesi en yüksek ülkelerden biri. Çağa uygun olmayan ölçeklerle eğittiğimiz, ölçtüğümüz ve değerlendirdiğimiz bir kuşak Z kuşağı. Kurumlar o kadar çağın gerisinde ki, evlerde ebeveynlere çok iş düşüyor. Z kuşağını bu çağa hazırlamak için öncelikle evlerimizdeki o sessiz trajediye göz atmamız gerekiyor. Burada benim en temel iki tespitim şu: Bu toplumda çocukların sıkılmasına izin vermiyoruz, sıkılacaklar diye çok korkuyoruz. Ben de şunu söylüyorum: Bırakalım, sıkılsınlar. Sıkılmak, çocukların yaratıcılığını geliştirir. İkincisi ise çocuklarımızın problem çözmelerine izin vermiyoruz. Bu da, bu yüzyılın en önemli yetkinliği olan bilişsel esnekliğin gelişmemesine sebep oluyor. Bilişsel esneklik, aynı anda birkaç problemi çözebilme yetkinliğine karşılık geliyor. Çocuklara bunu yapma fırsatı da vermiyoruz, haddimizi aşan bir ebeveynlik halindeyiz. Çocuklarımızın yeni dünyada çözmesi gereken çok fazla sorun ve baş etmesi gereken çok fazla belirsizlik var. Bu sebeple evdeki tavır ve eğiitm çok önemli. Yılmazlığını geliştirmediğiniz bir çocuğun her sene tabletini güncelleyerek veya tatillerde maker atölyesine göndererek 21. yüzyıl vatandaşı yapamazsınız.
Yorumlar