Bu soruyu, uzun bir “Ya sabır” çektikten sonra nasıl yanıtladığımızı öğrenmek ister misiniz?
Önce korkutucu gerçekle başlayalım: 2016 yılında, lüks iç çamaşırları satışına odaklı Cosabella bir dijital ajansla anlaşacağına, tüm dijital deneyimini bir sanal zekânın kucağına bıraktı. Şirketin pazarlama direktörü bu kararlarını aşağıdaki şekilde rasyonalize etti:
“Önümüzde 3 seçenek vardı. Mevcut ajansımızın dışında bir ajansla anlaşmak, şirket içerisindeki ekibi güçlendirmek ve bir iç ajansa sahip olmak, ya da bir sanal zekâ algoritmasına yatırım yaparak pazarlamaya dair kararları, onun algoritması üzerinden otonom olarak vermesine izin vermek. Risk aldık ve 3. seçeneği tercih ederek Adgorithms’in AI motoru Albert ile ilerlemeye karar verdik. Zahmetsiz bir kurulum süreci sonrasında, Albert kararları ardı ardına almaya başladı. Hedef kitlemizi tanımladı. Hedef kitle özelinde medya yatırımı yapılacak anahtar kelimeleri belirledi. Bütçeyi kanallar arasında otomatik olarak dağıtmaya başladı. Ve hatta açık artırma usulü ilerleyin medya kullanımlarında, sahtekârlığın önüne geçecek önlemleri kendiliğinden alarak satın alma kararlarını bir insana göre çok daha nokta atışı verir oldu.
Albert’i devreye almamızın hemen 3 ay sonrasında medya yatırımlarımıza geri dönüşün yüzde 336 artığını gözlemledik. İlk ayın sonunda Facebook reklamlarından aldığımız geri dönüş yüzde 565 artarken, 3. ayın sonucunda artış yüzde 2.000’leri gördü.”
Bu satırları okuduğunuz anda medya harcamalarınızdan sorumlu çalışma arkadaşınıza bu makaleyi iletip “Bak, biz halen insana güveniyoruz. Hemen şu Albert ile tanışalım.” dememenizi rica edeceğim. Lütfen, yapmayın. Zira Albert bir optimizasyon algoritması, dijital ürününüz veya servisiniz üzerinde gerçekleşen kompleks insan deneyimlerinden anlam çıkartıp, kalitatif ve kantitatif değerleri, trendleri, makro – mikro sosyal etkenleri analiz edip, bulgularına göre UX kararları alabilen bir karar verici değil.
“Peki, optimizasyon konusunda bu kadar ileri gidenler, deneyim tasarımı konusunda yerinde mi sayıyor,” diye soran kuşkucu okur için “Hah! Bak, biliyordum…” hissiyatı pekiştirici yanıt da şimdi geliyor: Hayır, haklısınız. AI, deneyim tasarımı konusunda da boş durmuyor. Autodraw, Google’nın nöral ağ bağlantıları ve makine öğrenme motoru üzerine çalışırken ortaya çıkarttığı Quick, Draw! oyununda edindiği bilgilere dayanarak lanse edildi. Basitçe anlatmamız gerekirse, Google AutoDraw sizin ekrana çizdiğiniz karga burga bir çizimi, bu çizimle ne anlatmaya çalıştığınızı anlayarak! “Acaba bunu mu çizmeye çalıştın,” diye sorup sizi utandırdıktan sonra çiziminizi bir “doodle”a çeviriveriyor.
Google ve The Grid’e dikkat
“İyi, güzel de bunun deneyim tasarlamakla ne alakası var,” diye düşünenleriniz olabilir. Kuşkucular, “Bir yunus çizmekle, bir e-ticaret sisteminin deneyimini tasarlamak arasındaki bağı, belki bugün, çok optimistik bir bakış açısıyla, o da ancak oldukça zorlayarak kurabiliyorsunuz. Haklısın. Lakin ipucu aslında, Google’ın bu kez ‘Bunu mu yazmaya çalıştın?’ yerine ‘Bunu mu çizmeye çalıştın?’ diye sormasında… Ve ister inanın ister inanmayın, sorunuza her yanlış cevap verişinde, biraz daha “akıllanan” bir acemi deneyim tasarımcısıyla karşı karşıyayız.” iddiasındalar… Haksızlar mı? Değiller. Neden mi? Çünkü karşımızda bir de The Grid gerçeği var: “İçine eklediğiniz içeriğe ve onun ziyaretçiler tarafından nasıl tüketildiğine göre kendi tasarımını güncelleyen web sitesi yaratıcısı sanal zeka.” (Bunu beklemiyordunuz, öyle değil mi?)
Basecamp’in kurucusu Jason Fried, The Grid için şu tanımı kullanıyor: “The Grid, web sitesi tasarımının sanal zekâsı. Kavramsal olarak bir sonraki, inkâr edilemez seviyeyi, gerçek olmak için bekleyen doğan ilerlemeyi tanımlar.”
Benim de 500 kurucu partnerinden birisi olduğu The Grid, belki bugün “Yahu, iyi de The Grid nasıl oluyor da şu basit işlemi yapamıyor,” diye kendi kendimize sormak zorunda kaldığımız birçok soruya muhatap kalsa da “Siteni bir sanal zekânın tasarlayabileceğini düşünür müydün,” sorusuna net bir “Evet.” yanıtı verebilmesiyle ününe ün katmakla meşgul.
Yazının girizgâhında, “Sanal zekâ çıkınca UX bitecek mi,” sorusuna eleştirel bir tonla yaklaşıp, bunun üzerine sanal zekâ ile dijital tasarım adına atılan adımlara dair birçok örnek verdikten sonra bu yazının nereye doğru ilerleyeceğini bilemediğinizi tahmin ediyorum. Eğer tahminim doğruysa, amacımda başarılı olduğumu söyleyebiliriz. Benim derdim, nasıl, uçakların kanat çırparak uçmamasını normal karşılıyor oluyorsak, sanal zekâların da kullanıcı deneyimini, bugünün UX profesyoneli gibi tasarlamayacağını peşin peşin size kabul ettirebilmek. AI, machine learning, neural networks gibi teknik terminolojinin cümle içerisinde kullanıldığından, etki ettikleri alanları “sihirli bir şekilde” yönetebileceklerine dair sektörel jargon bombardımanından sizleri uzak tutabilmek.
Sanal zekâ ile işbirliği yapıp yeni deneyimler ortaya çıkaracağız
Deneyim tasarımı ekseninde, “Tasarımcılar kodlamayı da öğrenmek zorunda mı,” sorusu son birkaç yılın en çok tartışılan sorusu. Bu tartışma, insanla makinenin ortak çalıştıkları alanlar artıkça odağını, “Deneyimi nasıl tasarlamalıyız”dan, “Deneyim olarak, ne tasarlamalıyız”a çekti. Peşi sıra sonraki konumuz, The Grid’deki gibi, bir algoritmanın deneyimi bambaşka bir boyuta taşıyabileceği oluverdiyse, deneyim tasarımcısının algoritmayı tasarlaması gerekmez mi? Bu soruyu sormak bile “Yani, şimdi ben arayüz tasarlamayacak mıyım,” gibi çoğumuz için ürkütücü bir düşüncenin tüm zihnimizi ele geçirmesine sebebiyet veriyor, evet haklısınız. Lakin mimari tasarımlarla meşgul olan profesyoneller zaten çözümlerini tasarlarken hesaplamaları sanal zekânın öncüleri olan algoritmalara emanet etmiyorlar mı? Zaha Hadid, güneşi, perspektifi ve hatta yayaların tasarımları içerisindeki hareketlerini hesaba katarak binlerce varyasyonu hesaplayan yazılımlar üzerindeki yetkinliği sayesinde dünyaca ünlü bir mimar olarak zihinlerimize kazınmadı mı?
Sanal zekâ, eğer ki evrimini kontrollü bir şekilde devam ettirirse, bir tasarımcının deneyim stratejisine ayırabileceği zamanı artıracak, el alan prodüksiyonların çok daha hızlı bir şekilde ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Korkuya boyun eğmemeli, onunla dans etmeyi öğrenmeliyiz. Yarın, deneyimi bu şekilde tasarlamayacağız. Elbette sanal zekâlar ile iş birliği yapacağız ve bu sayede çok daha başarılı kullanıcı deneyimleri ortaya çıkabileceğiz.
Yorumlar