Öncelikle bu satırları yazan bendenizin doğduğu dünyayı anlatmam gerek diye düşünüyorum… Yıl 1965… İnsanoğlu henüz aya ayak basmamış… Ortada ne bilgisayar, ne internet, ne de akıllı cep telefonu var. Hepsi bir yana ülkemde televizyon dahi yok. Buzdolabı, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi gibi şimdilerde hemen her evde bulunan rutin ev aletlerinin birçoğu daha evlere girmemiş bile… Çamaşır, bulaşık bakır leğenlerde elde yıkanırken, yiyecekler teldolaplarda tutuluyor… Ve evdeki tek elektronik eşya, emektar lambalı radyomuz… Tek eğlence kaynağımız… Arkası Yarın, Radyo Tiyatrosu ve Okul Radyosu… Hemen her darbede kapısına tank dayanan, askerlerce kuşatılan ilk kurum…
Ağustos 1983… Babıali Yokuşu’nu tırmanıyor ve Milliyet’in kapısından içeri giriyorum… Meslekte ilk günüm… Erika marka Doğu Alman malı – bu arada dünya Berlin’den itibaren adeta ortadan ikiye bölünmüş – bir daktilo koyuyorlar önüme… Yeni yağlanmış, gıcır gıcır… Bülent Ecevit’in daktilosuyla aynı marka olduğunu biliyorum… İçim içime sığmıyor… Hemen bir boş kağıt takıyorum şaryoya ve tuşlar şakırdamaya başlıyor. Bir sütuna 5 cm. yayınlanacak ilk yazımı oracıkta yazıyorum…
O günden bu yana teknoloji öylesine baş döndürücü bir hızla gelişiyor ki, hemen her alanda, ancak özellikle medya konusunda bambaşka bir noktayadayız artık… İnternet’in hayatımıza girmesi ve IRC ile başlayan “chat” dünyamız, GPRS’ti, EDGE’di derken, şimdi 3G’yle “sosyal medya” denilen yeni bir iletişim biçimine dönüştü… Hemen hepimiz, ceplerimizde taşıdığımız küçük bir ekrandan ayırmıyoruz gözlerimizi… Facebook, Twitter, Instagram gibi yaşamımızın vazgeçilmezleri arasına giren uygulamaların arasına kısa bir süre önce bir yenisi daha eklendi: Periscope!..
Sessiz bırakılan gazetecilerin sesi…
Son dönemlerde ülkemizdeki çalkantılı ekonomik yapı ve iktidarın sermayeye baskısı gazetecileri yandaş yayıncılık yapmak konusunda zorluyor. Bu duruma itiraz eden gazeteciler ise kendilerine ya muhalif bir çatı buluyorlar, ya da işsiz kalıyorlar. İşte internet, bu sessiz bırakılan gazetecilerin sesi oldu, işsiz bırakılan gazetecilerin ekmeği oldu…
Periscope’un da özellikle görsel medyada kendilerine artık yer bulamayan, ya da yer arayan gazetecilere derman olacağı aşikar… Elbette, işsizlik bir yana, izleyicilerine bağlı bulundukları kurumların dışında tamamen kendilerine özgü bir araçla ulaşarak daha içten bir bağ kurmak isteyen yayıncıların da Periscope’a kayıtsız kalması mümkün değil… Ancak meseleyi gazeteci/yayıncı temelinde görmek yeterli değil… Bilgi Çağı’nın sokaktaki vatandaşa sunduğu imkanlardan biri de, Andy Warhol’un ünlü “Herkes, bir gün 15 dakikalığına ünlü olacaktır” sözüne nazire yapıyor sanki… Çünkü, günümüzde sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla birçok kişi farkında olmasa dahi gazetecilik yapıyor. Takipçilerine tweet gönderen bir Twitter kullanıcısının, bir muhabirden farkı nedir? Bugün dünyada 140 karakterle ifade edilen vatandaş gazeteciliği diye bir kavram konuşuluyor. Üstelik, “gazetecilik” Warhol’un söylemindeki “şöhret” kadar uçucu da değil…
Periscope, yayıncılıkta bir Rönesans mı?
Siz, bu satırları okurken, daha birçok ünlü kişi ve marka Periscope üzerinden yayın yapıyor olacak. Peki, duruma tekrar medya açısından bakarsak, Periscope yayın dünyasında bir Rönesans mıdır? 33 yıldır bu meslekte olan biri olarak söyleyeceğim şey, bilgisayarlarla başlayan, internetle devam eden, mobil genişbant ve akıllı telefonlarla ceplere giren bir sürecin devamı olduğudur. Gazetecilikte Rönesans, çoktan başlamıştır… Periscope ve benzeri uygulamalar yaşanan bu Rönesans’ın kilometre taşlarıdır yalnızca…
Gazeteci Cem Kıvırcık’ın “Periscope ile dünyayı başkasının gözünden görün!” yazısı Digital Age Temmuz 2015 sayısında yer alıyor.
Yorumlar