Skip to main content

Teknolojinin insanlığın karşısında olmadığını, doğru şekilde kullanıldığında insan bedeni ve doğasını tanımasını sağlayan güçlendiren, yücelten yönleri olduğunu görmeliyiz.

En büyük

Kasım ayında vizyonda olan Naim filmini izlerken, filmin anlattığı o günleri anımsama şansım oldu. Naim Süleymanoğlu 1980’lerde Bulgaristan’dan Türkiye’ye gelip peş peşe dünya ve olimpiyat şampiyonlukları kazandığında ilkokul çağındaydım. O güne dek milli sporumuz güreş dışında herhangi bir sporda başarı elde edemez, madalya kazanmayı geçtim ağır mağlubiyetler, sıralamada en alt sıralar dışında bir sonuç göremezdik. Naim’le birlikte bir anda dünyanın en büyük sporcusuyla aynı ülkeyi paylaşır olmuştuk. Filmin de orijinal film müziğinde Eypio’nun söylediği “Bir derdin varsa söyle Naim gelir kaldırır” cümlesi adeta gerçek olmuştu. Naim üzerimizdeki tüm yükü kaldırmıştı. Tek derdimiz dünyanın en büyük sporcusu gibi ağır bir unvanı ülkece korumak haline gelmişti.

Peki gerçekten dünyanın en büyük sporcusu muydu Naim? O değilse kimdi? En büyük kavramını hangi sporda, hangi kabiliyette aramalıydık?

En büyük olmanın en güçlü, en yüksek olmaya eşgüdümlü gittiği yıllar

 

Çocukluğunu 1980’lerde yaşamış birisi olarak, bu konuda o dönem üzerinde hemfikir olunan iki isim vardı Pele ve Muhammed Ali. Pele; iletişim araçlarının yoğunlaşıp yaygınlaştığı Dünya Kupasında büyük izler bırakmış kral tacını defalarca taşımıştı. Öte yandan kimliklerinin, söylemlerinin yarattığı sempatiyle ama daha da ötesi büyük olmanın güçle sembolize edildiği bir dönemde ringleri fethetmesiyle Muhammed Ali tartışmasız büyüktü. Tüm zamanların en büyüğü adını almıştı. Yan yana geldiklerinde dahi Muhammed Ali, Pele’den daha büyük gibiydi işte.

Muhammed Ali’nin ardından, bir diğer Amerikalı Müslüman sporcu Kareem-Abdül Jabbar en büyük olmaya başka bir açıdan talip oluyordu. Kim bilir belki de en büyük olmak en uzun olmak demekti. Abdül Jabbar, uzunların sporu basketbolda rekorları alt üst ediyor, bugüne dek halen kırılamamış NBA tarihinin en çok skor kaydeden oyuncusu unvanı ve 2,18 metrelik devasa boyuyla en büyük benim diyordu.

En büyük olmanın en güçlü, en yüksek olmaya eşgüdümlü gittiği yıllarda bir kadın sporcu, ne uzun ne de güçlü olmayan; aksine minyon, çelimsiz bir kız çocuğu Romen Nadia Comaneci, 14 yaşında katıldığı 1976 Montreal olimpiyatlarında 10 üzerinden 10 kusursuz puanla en büyük sporcu unvanını başka bir boyuta taşıyordu. En zarif, en esnek olabilmekti belki de büyüklük. Vücudunun her bir kasına söz geçirebilmek, adeta havada uçabilmek.

Efsane sporculardan haberdarlığımız gelişen medya ile arttı

 

80’ler ve 90’larla spor branşlarında çeşitlilik ve uzmanlık arttı, medya ve haberleşme sistemleri sayesinde efsane sporculardan haberdarlığımız da. Yazının başında andığım Naim Süleymanoğlu o güne dek pek de aşina olmadığımız halter sporunu, kendi ağırlığının üç katından fazlasını kaldırma gibi inanılmaz bir büyüklüğü armağan etmişti spor literatürümüze. Hem de küçük boyu ve Cep Herkülü, Küçük Dev Adam unvanlarıyla. Fiziği büyük değildi ama sporculuğu çok büyüktü. Yalın, dümdüz bir sporla o da talip olmuştu en büyük sporcu nişanına.

Dönemsel olarak popülerliği artan yeni ya da kadim bazı sporlardan yeni küresel efsaneler çıkmaya devam ediyordu. Dünyayı saran motor sporlarından Formula 1’in o dönemki en büyük ismi Ayrton Senna ilk bakışta en hızlıyı temsil eder gibi görünen ama aslında hız-dayanıklılık-çoklu düşünme-takım oyunu gibi birçok değişkeni içeren bir branşta; Garry Kasparov vücudun sadece tek ama belki de en kıymetli organının beynin kullanıldığı satrançta; Martina Navratilova da vücudun neredeyse tüm kaslarının kullanıldığı, hız-zeka-çabukluk-gücü bir arada harmanlayan teniste, Michael Jordan boya dayalı görünen basketbola kattığı estetik, yaratıcılık ve zeka figürleriyle en büyük olmaya adaydı. Büyüklük giderek daha çok ve karmaşık meziyetler istiyordu.

Teknoloji insanlığın karşısında değil, yanında

 

Beşte birini tamamladığımız 21. yüzyılla birlikte; yüzmede Michael Phelps, kısa mesafe koşuda Usain Bolt, futbolda Lionel Messi ve Cristiano Ronaldo, teniste Serena Williams ve Roger Federer, Formula 1’de Michael Schumacher branşlarında kolay aşılamayacak rekorları, tekrarı zor başarıları ya da unutulmaz anları tarihe kazıdılar. Artık en büyük olmak, fiziksel limitlere dayanan sporun karmaşıklığını anlamak, beyni-vücudu-tekniği-motivasyonu-beslenmeyi-zamanlamayı-teknolojiyi-doğal sınırları doğru kavrayıp bunlara meydan okumaktan geçiyor.
2019 yılında, insan beyninin bir diğer limiti; maratonu 2 saatin altında koşma bariyeri aşıldı. Eliud Kipchoge tekniğin ve teknolojinin doğru, hassas kullanımı sayesinde (lazerli hız takip araçları, tavşan atletler, anlık vücut ritmi ölçüm sistemleri, hareketli gıda ve su takviyesi ekipleri, özel olarak trafiğe kapatılmış yol) tarih yazdı. O da bir alanda en büyük oldu. Teknoloji imkansızlardan birisini daha mümkün kıldı. Biliyoruz ki o bariyer bir kere aşılınca sınırı aşmaya cüret edenlerin sayısı da artacak.

Teknolojinin insanlığın karşısında olmadığını, bu yönde kullanıldığında insan bedeni ve doğasını tanımasını sağlayan güçlendiren, yücelten yönlerini olduğunu görmeliyiz.

Kapanış yine Naim filminin orijinal müziğinden gelsin: “Demişti anam bana buz da olsan erime.”

Teknolojiyle birlikte yürüdüğümüz bu yeni yolculukta sakin, soğukkanlı biçimde daha büyük olmayı her gün yeniden tanımlamalı, büyüklüğe giden yolculuğunun tadını çıkarmalıyız.