Skip to main content

Yaşam mevcudiyetinin, doğruluğu kanıtlanmamış bir bilgi nehrinde boğulurcasına risk ve tehdit altında olduğunu düşünen insanı, önce vicdanı terk etmeye başladı. Kanıksadığı şeylerin, daha önce üzüldüğü şeyler olduğunu unutan dijital insan, tıpkı bir survivor (hayatta kalma savaşı veren) gibi düşük tolerans hastalığı ile kendi egosunu ayakta tutabileceğine inanıyor.

Dijitalleşmenin hastalığı: “Tolerans düşüklüğü”

Yıllar öncesine bakarsak, bilmediğimiz toplumlar hakkında kendi şablonlarımızı oluştururduk; “Bir Çinli ne yer?” deseniz, cevabı “Pirinç”… Ya da bir İtalyan? “Pizza”… “Bir Alman ne içer?”… “Bira”…

Yakınlık kurmadığımız toplumlar hakkında yüzyıllardan beri oluşan jenerik bilgilerle hayatımızı idame ettiriyorduk. Bu sadece kendimizden coğrafi olarak uzak toplumlar için değil, yan mahallede veya başka kentte yaşanan bir kültür için de böyleydi. Bir kültür veya bir davranış biçimi için detaylı bilgi almak istiyorsak, hele bir de o ruhu taşıyan insanlarla yakınlaşma ihtimalimiz yoksa, kabul görmüş kaynakları kendimize rehber ediniyorduk.

Bize ait olmayana erişim kaynağımız böyle olduğu gibi, bize erişilmesi için de aynı kaynaklar kullanılırdı. Bir insanı tanımak için onun çevresine ulaşır ve bilgi toplar, bir toplumu öğrenmek için seyyahların yazdıklarını referans alırdık. Herkes, aynı tür kaynakları kullandığı için de, “bilgi” tek yönlü ve simetrik bir iletişimin ana malzemesi olurdu.

Kendimizi kısıtlı imkânlarla ifade ederdik. Onun için dünya, dışa daha kapalı kümelerin içinde, kesişim kümeleri düşük bir şekilde entegre olmuştu.

Küreselleşme ile birlikte, önce kesişim kümeleri arttı. Ancak bilgi edinme kaynakları, küreselleşme öncesi kaynaklarla benzerlikler gösteriyordu; Uluslararası televizyon kanalları, görsel ve yazılı medya, şirketlerin kendilerini ifade eden web siteleri, o bölgelerde iş yapan insanlar veya turistler…

Gel zaman, git zaman küreselleşme şablonunun üzerine, dijitalleşme tabakası daha kalın bir şekilde yerleşmeye başladı. Önce bilginin miktarı arttı. 2020 yılında, 44 ZB (Zettabayt) veri oluşturulacağı düşünülüyor. Bu rakam, 2015 yılının neredeyse 10 katı kadar bir veri demek…

İnsan dijitalleşmeyle önce toleransını kaybetti

Bilginin hacmindeki artış ve kanal sayısındaki çeşitlilik ve teknolojinin sunduğu “bağlantılılık” hali, kümelenme mantığında büyük değişime yol açtı. 2020 yılına gelindiğinde birbiri ile bağlı ve konuşabilen makina sayısının 50 milyar olması öngörülüyor. Sadece insanlar değil, yapay zekânın gelişmesi ile makineler de iletişimin bir parçası haline dönüşüyor.

Akıllı telefonlarla, insanların üzerinde taşıyabildikleri cihazlarla dünyayı okumaya çalışması, daha önce “öteki” olarak gördüğü hakkında farklı kaynaklardan edindiği bilgiler, yeni yargıların oluşmasının önünü kontrol edilemeyecek şekilde açtı. Çoğunlukla bu yargılar, “korku” ve “nefret” duygularının  yaygınlaşmasına da aracılık etti.

İnsan zekâsı, bu kadar çok veriyi işleyerek doğru bir kanaat üretme noktasında aciz. Bu sebeple Stephen Hawking’in dediği gibi, robotlar ve yapay zekânın kendini yenileme hızıyla yarışamayan insanoğlu büyük bir tehlike ile karşı karşıya kalabilir.

Köyünde yalnız gezen bir çobanın, bir anda büyük bir kentin kalabalık bir meydanının ortasına gökten düşmesi gibi, kendine has egosuyla, korkularıyla, heyecanlarıyla, hayal kırıklıklarıyla “öteki”nin sahip olduklarına şahit olmaya başlayan insanoğlu, dijitalleşme ile birlikte önce toleransını kaybetti.

Yaşam mevcudiyetinin, doğruluğu kanıtlanmamış bir bilgi nehrinde boğulurcasına risk ve tehdit altında olduğunu düşünen insanı, önce vicdanı terk etmeye başladı. Kanıksadığı şeylerin, daha önce üzüldüğü şeyler olduğunu unutan dijital insan, tıpkı bir survivor (hayatta kalma savaşı veren) gibi düşük tolerans hastalığı ile kendi egosunu ayakta tutabileceğine inanıyor.

Yakınlaşmak ve her şeyini bilmek bazen toleransı olumsuz etkilemez mi?