Steve Jobs meraklıları için sıradan bir film gibi görünse de, efsanenin ardındaki ‘insan’ı arayanlar için tatmin edici olduğunu söylemek mümkün.
Önce başlığın hikâyesiyle başlayayım: Bilenler bilir, Apple’ın kurucusu Steve Jobs’ın ürün tanıtım toplantıları meşhurdur ve bu toplantılarda kullandığı bir cümle vardır: “…and one more thing… (…bir şey daha var…).” Bu cümlenin ardından da bütün dünyayı şaşırtacak açıklamalarını yapar. Şunu da ekleyeyim: Jobs’un bu cümleyi tam sahneyi terk edecekken kullanması da ilginç: Yani, açıklaması bitiyor ama sahneye dönerek bu cümleyle seyircilerin karşısında kalmaya devam ediyor. Hatta, bu konuşmaların meraklısı bir Steve Jobs hayranı üşenmemiş ve saymış: Steve Jobs, 1999-2011 yılları arasındaki ürün tanıtım toplantılarında tam 31 kez “…and one more thing…” demiş. (Bu videoyu şuradan seyredebilirsiniz). Ben de bu ifadeye ‘I’m a human’ (‘ben bir insanım’) açıklamasını ilave ederek efsane ismin ardındaki ‘insan’ı göstermeye çalıştım. Peki, bu başlığa kalarak filmi ele aldığımızda ne görüyoruz? Hemen hepimiz filme gitmeden bir efsaneyle karşılaşacağımızı düşünüyorduk. Peki, öyle mi oldu? ‘Jobs’ bize aslında efsane de olsa, bu efsanenin aslında bir insan olduğunu gösteriyor: Girişimci, işadamı, iyi pazarlamacı, vizyoner, yalancı, acımasız, intikamcı…
Senaristin seçme hakkı
Filmi henüz seyretmeyen ama seyretmek isteyenlere iki önemli konuda bilgi vermem gerekiyor: Birincisi, senaristin seçme hakkı. Peki, bu ne demek? Filme görenlerin ilk eleştirisi şu oluyor: “Filmde Steve Jobs’ın hayatında birçok nokta atlanmış, ben onları da görmek istiyordum.” İşte, bu noktada dramada ‘senaristin seçme hakkı’ denen şey devreye giriyor: Yani, senarist, Jobs’ın hayatında kendine uygun gördüğü ve dramatik olduğunu düşündüğü kesitleri alıp kullanma özgürlüğüne sahip. Filmin senaristi Matt Whiteley de bu özgürlüğü kullanarak senaryosunu kaleme almış. Biz bu noktada senaristin seçimini beğenmeyebiliriz ama saygı duymakla sorumluyuz. Tabii, bu film ‘Sosyal Ağ’ filminde olduğu gibi, Aaron Sorkin-David Fincher ikilisine teslim edilseydi, bambaşka bir filmle karşılaşır mıydık, kimbilir…
(Ben de şahsen, senaristin Steve Jobs’ın Xerox’ın Ar-Ge laboratuarına girerek bugün bilgisiyarlarda kullandığımız fare fikrini çalmasını ve filmde yer vermesini beklerdim ama böyle bir lüksüm yok).
Jobs’ın hayatını sinemada görme beklentisi
Diğer nokta ise otobiyografik öğelere sadık kalınmaması konusu. Burada da, yukarıdakine benzer bir durum söz konusu. Yani, Jobs’ın hayatının tamamını göreceğinizi bekleyerek sinemaya gitmeyin. Bu beklentinin karşısındaki dramatik tür ise belgesel. ‘Elimde yazılı bir şey olsun’ diyorsanız gibi bu durumda da Steve Jobs’ın izniyle ünlü gazeteci Walter Isaacson’ın kaleme aldığı tek otobiyografisini okumanızı öneririm.
Jobs’ın bağımsız olma duygusu
Yönetmen Joshua Michael Stern’ün filme aldığı ‘Jobs’, Apple’ın kurucusu ve CEO’su Steve Jobs’ın müzik endüstrisini kökten değiştirdiği cihazı iPod’un tanıtımıyla açılıyor. Hemen ardından da, bu tür filmlerin vazgeçilmezi olarak düşünebileceğimiz bizi hikâyenin başlangıcına yani efsanenin doğuşuna götüren bir yolculuğa çıkıyoruz: 1960-70’lerin ruhuna uygun hippi tarzı hayat, Hindistan’a çıkılan yolculuk, istikrarsız bir üniversite eğitimi…Bence Steve Jobs’a üniversite eğitiminin en büyük katkısı, aldığı kaligrafi dersi oluyor. Zaten bunun etkilerini de bizzat tasarımına katkıda bulunduğu Apple ürünlerinde buluyoruz, simetri ve estetik tutkusu bu dönemin eseri olsa gerek.
Steve Jobs’ın bu yıllarda dikkati çeken bir özelliği de, bağımsızlığına düşkün olması. Bu özelliği Atari’de çalışırken ortaya çıkan Jobs, o andan itibaren kendi firmasını kurmayı kafasına koyuyor ve en yakın arkadaşı ve aynı zamanda Apple’ın da kurucularından olan Steve Wozniak’la bir akşam araçlarıyla eve dönerlerken Apple ismini nasıl bulduklarına da şahit oluyoruz: “İnsanların kolayca ulaşabilecekleri bir şey, mesela, elma!”
Jobs’ın Kottke’ye yaptığı
‘Jobs’ iş dünyasına dair bir film olduğu için sıradan seyirci nezdinde yer yer sıkıcı diyaloglarla da karşılaşmak mümkün. Fakat, bu tür filmleri sevenler için ise iş dünyasının kendine ait jargonu ilginç olabilir. Örneğin, “Ürünü yöneten, şirketi de yönetmeli”, “Hiç kimse kola satıcısını hatırlamaz” veya “Ömrünün sonuna kadar şekere su katarak yaşamak mı, yoksa benimle çalışarak dünyayı değiştirmek mi istersin,” gibi yön gösterici diyaloglarla karşılaşıyoruz. Bu arada, iş dünyasının kendine özgü acımasızlık örneklerini de görüyoruz: Mesela, Apple ürünlerinin üretiminde az da olsa payı bulunan Jobs’ın arkadaşı Daniel Kottke’ye (Lukas Haas) yaptığını unutmak mümkün değil: Apple’ın yükseliş döneminde Jobs’ı ziyarete gelen Kottke, kendisine ayıracak kısa bir zamanı olup olmadığını sorduğunda Jobs, ona her zaman yemek yediği restorana gelmesini söylüyor. Misafirleriyle restoranda buluşan Jobs’ın birkaç metre ötesinde oturan Kottke’ye ulaşamaması/ulaşmak istememesi bana göre filmdeki en önemli sahnelerden biriydi.
Ashton Kutcher’ın oyunculuğuyla katkıda bulunduğu filme yakışıp yakışmadığına gelince, yüz ve fizik olarak Steve Jobs’a epeyce benzemiş ama performans tarafında aksadığını not etmek gerekiyor. Steve Wozniak rolündeki Josh Gad ise aslında olması gerekenden daha az şekilde karşımıza çıkıyor. Yani, Wozniak Apple ürünlerinin ardındaki gizli kahraman iken bu filmde yüzeysel şekilde geçiştirilmiş. Steve Jobs’un hayatını değiştiren ve firmasına yatırım kararı veren Mike Markkula (Dermot Mulroney) ile Pepsi’den Apple’a gelen John Sculley (Matthew Modine) için ise kendilerine düşen yan rolleri yerine getirdiklerini söyleyebilirim.
Toparlayacak olursak, Steve Jobs hayranlarının büyük beklentilere kapılmadan seyretmesi gereken bir film olmuş ‘Jobs’. Steve Jobs ve ortaya koyduğu Apple efsanesinin nasıl doğduğu ve büyüdüğünü merak edenler için ise başlangıç niteliğinde bir eserle karşı karşıyayız.
Digital Age, Ekim’13
Yorumlar