Teknolojinin faydasından çok olası yan etkilerini, gelecek senaryolarını tartışmakla geçiyor günlerimiz. Bir miktar magazinleşmekle birlikte robotlar işimizi alacak mı üzerinde kilitlendi konu. Aslında doğru bir planlamayla işlerimizi robotlara vermek bizi mutluluğa neden yaklaştırmasın? Öyle ya, mutluluğu genelde çalışmamayla, tatille eş tutuyoruz. Robotlar, yazılımlar, yapay zekâlı sistemler az çalışmamızı sağlayacaksa, onları neden sevmeyelim? Ama bizi esas endişeye sevk eden kısım planlama konusunda.
Zira gezegenimizin bugüne kadarki kaynaklarını insanlığın çoğunun çıkarları doğrultusunda paylaşma sicilimiz pek iyi değil. Büyük bölümü boş topraklarla kaplı dünya tarihi toprak savaşlarıyla dolu. Dünyanın bir bölgesi kıtlıkla, diğer bir bölgesi üretim fazlası gıda ve obeziteyle uğraşabiliyor eş zamanlı olarak. İyi bir planlamayla birbirlerini sıfırlayabilecek işsizlik ve ağır fazla mesailer bir arada yaşıyor. Açgözlü bir tüketim hırsı ile tüketim fazlalığı içinde boğulmayı aynı anda var ediyor, iki ucu keskin bıçaklar arasında tutunmaya çabalıyoruz. Bugüne dek teknolojinin iş hayatına getirdiği bazı konforları da daha rahat ve huzurlu bir çalışma yaşantısına döndürmedik. Aksine iş yükü ve stresimiz arttı. Daha çok çalışıyoruz, daha mutlu değiliz. Yakın gelecekte de yapay zekânın kabiliyetlerini çoğumuzun yararına kullanabilecek miyiz, endişeliyiz.
Carlota Perez, modern insanlık tarihindeki beş teknolojik sıçramayı inceleyen bir profesör. 1770’lerdeki endüstri devrimi, 1820’lerdeki buhar ve demiryolları, 1870’lerdeki elektrik ve mühendislik, 1900’lerdeki otomotiv ve otomasyon ve 1970’lerde bilişim teknolojilerinin hayatımıza çıkmamak üzere girişini birbirine benzetiyor. Tüm bu devrimlerin dönüştürücü rüzgarının yaklaşık 50 yıl aldığını söylüyor. Ve bu yolla içinde bulunduğumuz bilişim devrimini tanımlamaya çalışıyor.
Ya teknolojiyi yavaşlatacağız ya da kendimizi hızlandıracağız
Profesör Perez’in düşüncesini ilerletmek için şu veriyi kıymetli buluyorum: Bilişim devrimi geçmişteki benzerlerinden belirgin ölçüde daha hızlı. Endüstri yahut otomotiv devrimi kendini ikiye katlayan sıçramaları yapmak için onlarca yıla ihtiyaç duyuyordu. Bilişimde ise bu (Moore yasası sağolsun ki biliyoruz) en fazla 18 ay. Ve bu hız -korkarım ki- beynimizin, duyu organlarımızın ya da toplumsal yapılarımızın algılaması için çok kısa. Bir buçuk senede kendini ikiye katlayan bir ivme bizi sarsıyor. Yetişemiyoruz o hıza. O yüzden retina parlaklığında ekranlardan gözümüzü alamıyor, ellerimiz telefona bağlı kalıyor. Öğretiler, gerçekler ve gelecek arasındaki faz farkı o kadar fazla ki beynimiz buna yetişemiyor. Yoksa eminim insanlık ateşi ilk bulduğunda da parlaklığından gözünü alamadı. Tekerleğin dönüşünü, matbaanın sesini huşu içinde seyir eyledi. Teknolojinin bunlardan yırtıcı farkı ise ikinci versiyonunun hızla (her yıl) çıkması. Ateşin, tekerleğin, matbaanın ya da ampulün ilk sürümünü nesiller boyu yaşayıp, sindirmeye zaman bulan insanlık teknolojinin kendisinden değil, beyninin kabul edemediği ivmesinden ötürü sarsılıyor. Tıpkı lunaparklardaki hızlı trenler gibi, alçalıp yükselmek değil ani hızlanmalar sarsıyor. Bu gidişle sonraki adımlarda ya teknolojiyi yavaşlatmayı seçeceğiz ya da kendimizi sıra dışı biçimde hızlandırmayı.
Yorumlar