Skip to main content

ABD’li gökbilimci ve astɾobiyolog Carl Sagan, “Eğer tüm evrende yaşam sadece dünyada varsa, bu çok büyük bir yer israfı olurdu” sözleriyle özetler insanlığın evreni keşfetme merakını ve ekler: “İnanmak istemiyorum, bilmek istiyorum”

Evrende bizden başka canlıların da olduğu düşüncesi ilk kez 1837 yılında İskoç bilim adamı Thomas Dick tarafından ortaya atıldı. Kendi hesapladığı bir formüle (dünyada kilometrekare başına yaşayan insan hesabı) göre, 4,2 milyarı ayda olmak üzere güneş sistemimizde 22 trilyon uzaylı yaşıyordu!

O günden bugüne kadar Dick’in teorisi hiçbir zaman ispatlanamadı ancak insanlığın uzayla fiziksel olarak ilk tanışması 1969’da ABD’nin 3 astronotla aya ayak basması oldu. Eugene Cernan, Aralık 1972’de Ay’a adımını attığında tarih yazdığını bilmiyordu. Bu seyahatte Cernan’la birlikte ayda 12 kişi daha yürüdü ve bu son oldu. Bir daha aya hiç gidilmedi. Ancak teknolojinin gelişmesiyle uzayda görevlendirilen araçlardan ardı ardına gelen haberler, gözümüzü uzayın derinliklerine daha derinden çevirmemize neden oldu.

Önce galaksimizin dokuzuncu gezegeni Plüton, New Horizons’ın 720 milyon dolara mal olan, 9,5 yıl ve 3 milyar mil süren macerasının ardından bize kocaman kalbi, gizemli dağları ve yüzen buzullarıyla göz kırptı. Bir peri masalından fırlamış gibiydi sanki. Bir zamanlar “Standartlara uymuyor” denilerek gezegen statüsünden çıkarılmak istenen bu cüce gezegenin kalbini mi kırmıştık yoksa? Sadece o mu? 5 uydusundan 3’ü de en az Plüton kadar ilginçti. En büyük uydusu Charon’da tıpkı Yüzüklerin Efendisi’ndeki Mordor gibi karanlık bir bölge vardı. Nix pembe jelibonu andırıyordu, Hydra’nın da tuhaf bir şekli vardı.

Ardından Kepler’den sevindirici bir haber geldi. Galaksimizin kıyısında, bin 400 ışık yılı uzaklıkta Dünya’mıza çok benzeyen bir gezegen bulmuştu. Kepler-452b adı verilen bu gezegen, iklim değişikliği, savaş, ekonomik istikrarsızlık gibi nedenlerle doğup büyüdükleri gezegenlerinden soğuyan Dünyalılarda büyük bir heyecan yarattı. Hani birisi “Hadi” dese tası tarağı toplayıp gideceklerdi!
Tüm bu sıcak gelişmeler yaşanırken, konuştuğum herkesin aklında aynı soru işareti vardı: “Yoksa NASA sonunda uzaylıları buldu mu? Tüm bu açıklamalar alıştırmak için mi?”

Yoksa SETI sonunda bir sinyal mi aldı?

Aslında çok da haksız sayılmazlardı. Son zamanlarda NASA tarafından yapılan “Hazır olun, uzaylılarla yakında iletişime geçebiliriz” minvalindeki açıklamalar tüm şüphelerini doğrular nitelikteydi. Tüm bunları hazmetmeye çalışırken geçen haftalarda Search for ExtraTerrestrial Intelligence (SETI), aralarında Stephen Hawking, Frank Drake ve onlarca gazetecinin bulunduğu birçok ismi Londra’da olağanüstü bir toplantıya davet etmesin mi? Bugüne kadar dev teleskoplardan aldığı tek radyo sinyali 15 Ağustos 1977’deki 72 saniye süren olan SETI, işte sonunda açıklayacaktı…

Ama maalesef öyle olmadı. SETI, yakındaki 100 galaksideki milyonlarca yıldızı, Batı Virginia’daki Green Bank Teleskobu ve Avustralya’daki Parkes Radio Teleskobu’yla 100 kat daha güçlü şekilde dinleyeceğini açıkladı. Yeni projesi buydu. NASA’dan ayrılanlar tarafından kurulan SETI’nin bu çabası tabii ki takdire şayandı ancak asıl sorgulamamız gereken, başta son keşfedilen “dünyaya en çok benzeyen gezegen” olmak üzere binlerce ışık yılı uzaklıktaki bu gezegenlere gitmek, zamanda yolculuğu keşfetmeden o kadar kolay mıydı? Üstelik NASA, 11’i dünya boyutunda toplam 31 tane bizimkine çok benzeyen gezegen bulduğunu açıklamış ancak bugüne kadar neden gidilememişti?

Evrende en az 15 trilyon uzaylı olmalıysa o zaman neredeler?

Gözlemlenebilir evren yaklaşık 90 milyar ışık yılı çapında. Görülebilir evrende yaklaşık 200 milyar galaksi var. Bunlardan her biri 100 milyar ile 1 trilyon arası yıldıza ev sahipliği yapıyor. Evrende muhtemelen trilyonlarca trilyon gezegen var. Galaksimiz Samanyolu’nda bizimle iletişime geçebilecek kapasitede 100 gelişmiş türün bulunduğunu varsayarsak, Drake Denklemi’ne göre, evrende en az 15 trilyon uzaylı olmalı! Öyleyse tüm bu uzaylılar nerede?

İşte burada Fermi Paradoksu devreye giriyor. Gezegenlerde uygarlıklar olsa bile onlara asla ulaşmamız mümkün değil çünkü evren genişliyor. Çok hızlı uzay gemilerimiz olsa bile onlara ulaşmamız milyarlarca yıl sürerdi. O yüzden gelin biz en iyisi kendi Samanyolu’muza odaklanalım… Galaksimizde 400 milyar yıldız var. Yani dünyadaki her kum tanesi için 10 bin yıldız. Bunlardan 20 bin tanesi Güneş’e benziyor. Bu yıldızlardan 5’te 1’i, güvenli yaşam kuşağında Dünya büyüklüğünde bir gezegen bulunduruyor. Bu gezegenlerin sadece %0.1’inde yaşam olsaydı galaksimizde 1 milyon civarında yaşanabilir gezegen olurdu. Üstelik yeni doğan yıldızlar da cabası. Samanyolu’nda her yıl 1 ila 7 yeni yıldızın doğduğu tahmin ediliyor.

İşte 200 milyar galaksiden oluşan evrenin 3D haritası. Tabii bu gözlemleyebildiğimiz kısmı. Ya kalanı?

Galaksimiz 13, Dünya’mız ise 4 milyar yaşında. Yani Dünya’dan önce yaşanabilir gezegenler olabilmesi için muhtemelen trilyonlarca şans vardı. O zaman neden olmadı?

Kompleks yaşamın gelişmesi düşündüğümüzden çok daha zor. Yaşamın başlamasını sağlayan süreç henüz tam olarak anlaşılamadı. Belki yaşam başlangıçta çok daha vahşiydi. Sonra yatıştı ve yaşamın oluşmasına olanak sağladı. Bu, bizim eşsiz olduğumuz ve evrendeki ilk uygarlıklardan biri olduğumuz anlamına gelebilir. Ayrıca önümüzde önemli ve büyük filtreler olabilir, yaşamın geçmesinin çok zor olduğu filtreler. Belki bizimle aynı seviyedeki yaşam evrenin her yerinde var ve bu filtrelere ulaşınca yaşam kayboluyor. Örneğin, büyük bir gelecek teknolojisi var ama aktif edildiğinde gezegeni yok ediyor. Bu durumda gelişmiş her uygarlığın son sözleri “Bu aygıt ben tuşa basınca tüm sorunlarımızı çözecek” olurdu. Eğer bu doğruysa sonumuza başlangıcımızdan daha yakınız demektir.

Galaksimiz Samanyolu’nda 400 milyar yıldız var. Yani dünyadaki her kum tanesi için 10 bin yıldız. Bunlardan 20 bin tanesi Güneş’e benziyor. Bu gezegenlerin sadece %0.1’inde yaşam olsaydı galaksimizde 1 milyon civarında yaşanabilir gezegen olurdu

Yoksa bir bilgisayar simülasyonunda mı yaşıyoruz? Yoksa evren bir hologram mı?

Diğer bir olasılık da şu: Dünyayı izleyen bir uygarlık var ve bir uygarlık yeterince gelişince yok ediliyor. Belki de oralarda bir yerlerde bizim keşfetmemizin pek de iyi olmayacağı şeyler var. Bu konudaki görüşler son yıllarda bilim insanları tarafından giderek daha çok dillendirilmeye başlandı.

Evreni “sahte” diye tanımlayan Oxford Üniversitesi İnsanlığın Geleceği Enstitüsü Direktörü ve filozof Nick Bostrom’a göre, teknolojik olarak çok gelişmiş bir medeniyet tarafından yaratılmış bir yazılım simülasyonunda yaşıyoruz. Matrix filminde olduğu gibi bir işlemci tarafından beslenen beyinlerimiz yok belki ama beyinlerimizin kendileri de bu simülasyonun bir parçası.

İngiltere Kraliyet Astronomu Martin Rees de “Asıl sormamız gereken soru, bu yönetici gücün limitleri ne?” diyor ve ekliyor: “Buna inanmak delilik değil. Zaten yakında dünyanın büyük bir bölümünü bilgisayarlar yönetecek.”
Aslında bu teoriler din kitaplarındaki “Dünya’nın kalıcı değil, geçici bir yer olduğu” tanımıyla da örtüşmüyor mu? Gelmiş geçmiş en büyük bilim adamlarından Einstein da demez mi: “Rab mahirdir ama zalim değildir. Doğa sırlarını sinsiliğinden değil, özündeki yüceliğinden dolayı saklar.”

Jose Rodrigues Dos Santos’un “Tanrı’nın Formülü” kitabının bir bölümünde de şöyle der kriptolog Thomas:

“Einstein, evrenin bir sonraki evreni var edecek zekayı yaratmak için var olduğuna karar verdi. Bu, evrenin yazılımı. Bu varlığın son hamlesi. Büyük Çöküş olduğunda büyük evren bilgisayarının uygulayacağı formül, yeni bir Büyük Patlama’ya yol açarak her şeyi yeni baştan yaratacak formül. Her şeyi. Tanrı’yı bile. Evrenin nihai amacı Tanrı’yı yeniden yaratmaktır; biz sadece bu amaca hizmet eden araçlarız.”

Belki de evrende yalnızız. Şu anda bizim gezegenimiz dışında yaşama işaret eden hiçbir kanıtımız yok. Evren ölü ve boş gözüküyor. Kimse bize mesaj yollamıyor, kimse bize cevap vermiyor. Nemli bir toprak kütlesine sıkışmış, sonsuz bir evrendeki yalnız canlılar olabiliriz. Bu fikir sizi korkutuyor mu? O zaman doğru duygusal tepkiyi veriyorsunuz demektir. Eğer bu gezegendeki yaşamın ölmesine izin verirsek evrendeki tek yaşam yok olmuş olacak demektir. Böyleyse evren yok olana kadar onun narin ışığını yaymak için gözümüzü karartıp yıldızlara doğru yelken açmalıyız.

NASA’nın önünde keşfedilecek daha çok gezegen ve uydu var

NASA da böyle düşünüyor olmalı ki, yılda 17,6 milyar dolara ulaşan bütçesinin de verdiği güçle, galaksimizdeki keşiflerini hız kesmeden sürdürmeye kararlı görünüyor. Avrupa Uzay Ajansı da (ESA) boş durmuyor. Jüpiter’in yaşam vadeden, buzlu yüzeye sahip uyduları Europa, Ganymede ve Callisto’dan esinlenerek Juice (The Jupiter Icy Moons Explorer) adını verdiği uzay aracıyla 2022’de Jüpiter’e ulaşmayı hedefliyor. Uzay aracının yapımı için Airbus’la 350,8 milyon Euro’luk anlaşma imzalandı bile.

New Horizons ise keşiflerine devam edecek. Sırada bugüne kadar fazla bilgi sahibi olunamayan Satürn, Uranüs ve Neptün var. Son zamanların en gözde gezegeni Mars’ı unutmayalım tabii. Curiosity Mars üzerinde şimdilik yalnız yalnız dolaşadursun, NASA 2030’da Mars’ın yüzeyine astronot indirmeyi planlıyor. SpaceX gibi özel şirketler Mars’ta koloni kurmaya hazırlanırken, Mars One projesi 2020 yılında kızıl gezegende konuk edeceği gönüllülerin tek yönlü biletlerini kesti bile.

Evren genişlemeye devam edecek mi?

Çift yüzlü Roma tanrısı Janus gibi biz de gözümüzü uzaya dikmiş, evreni keşfetmeye çalışıyoruz. Big Bang’den sonra evren genişlemeye devam ediyor mu? Sınırları var mı? Varsa nereye kadar? Fizik kurallarına göre genişlemeyi büzüşmenin izlemesi gerekiyor. Böylece evren, Büyük Çöküş’le başladığı noktaya geri mi dönecek? Kıyamet denilen şey bu mu? Bilgisayar simülasyonunun Dünya bölümünü tamamlayarak bir üst seviyeye yani başka gezegenlere taşınıp yaşam yolculuğumuza orada mı devam edeceğiz? Hiçbirini bilemiyoruz. Bilmemiz gereken, sınırlarının ne olduğunu bilemediğimiz evrende ne kadar küçük olduğumuz mu yoksa bu sonsuzlukta yaşamak üzere seçilmiş ne kadar özel canlılar olduğumuz mu? Karar sizin…

Nuray Tarhan’ın kaleme aldığı “Evrende yalnız mıyız? Değilsek, tüm bu uzaylılar nereye saklandı?” yazısı, Digital Age Eylül 2015 sayısında yer alıyor.